işü
Son yayınlanan yazılar
print this page
Son yazılar
Ruh Sağlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ruh Sağlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kötü giden evlilik çocuk için boşanmaktan daha zararlı

Türkiye genelinde boşanma sayıları her geçen gün artıyor. Hem kadın hem erkek için zor bir süreci beraberinde getiren boşanmanın en çok çocukları etkilediğini söyleyen Anadolu Sağlık Merkezi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Uzmanı Dr. Zafer Atasoy, “İyi yönetilemeyen bir boşanma süreci çocuk üzerinde; uyku ve beslenme sorunları, korkular, okul başarısızlığı, sosyal uyum sorunları, tırnak yeme, gece işemeleri, tikler gibi birçok sorun bırakabilir” dedi.

Yapılan araştırmalar Türkiye genelinde boşanma sayılarının her geçen yıl arttığını gösteriyor. Öyle ki Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2012 yılında 123 bini aşkın kişi evliliğini sonlandırdı. Boşanan çifter için zorlu geçen bu dönem en çok çocukları etkiliyor. Tüm çocukların boşanma öncesinde anne baba arasında ortaya çıkan gerginlikten etkilendiğini söyleyen Anadolu Sağlık Merkezi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Uzmanı Dr. Zafer Atasoy bu etkinin yaş ayırt etmeden tüm çocuklarda gözlendiğini belirtti.

Kötü giden evliliklerin eşler arasında baş edilemeyen gerginlik, huzursuzluk ve mutsuzluk anlamına geldiğini söyleyen Dr. Atasoy, bu dönemde çocuğun anne baba sevgisinden yoksun olmasının ve her an ortaya çıkabilecek bir gerginlikle karşılaşma olasılığının psikolojik sorunlara yataklık yapacağını belirtti. Dr. Atasoy olası sorunları “uyku ve beslenme sorunları, korkular, okul başarısızlığı, sosyal uyum sorunları, tırnak yeme, gece işemeleri, kaka kaçırma ve külot kirletme, tikler, saplantılı düşünceler, karşı gelme, saldırgan tutumlar ve intihar düşünceleri” olarak sıraladı.

Çocuk ile iletişimde karşı tarafı suçlamayın
Boşanma kararını çocuğa söyleyerken ev içinde yaşanan gerginlikleri azaltmak ve daha huzurlu olmak için bu kararın alındığının anlatılabileceğini belirten Dr. Atasoy, “Üstünde durulması gereken en önemli konu karşı taraf ile ilgili olumsuz düşünce ve duyguları çocukla bir arkadaş gibi paylaşmamaktır. Suçlamadan kaçınılmalıdır” dedi. Çocuğun bebeklik ve küçüklük dönemlerinde anne ile kalmasının daha doğru olacağını anlatan Dr. Atasoy, “Bebek anne bakımına muhtaçtır. Diğer yandan babalar da çocuklarına bakabilir ve onların sağlıklı gelişmelerini sağlayabilirler. Ailenin sosyal, ekonomik özellikleri göz önüne alınarak çocuk için en sağlıklı olanın seçilmesi doğru olacaktır” diye konuştu.

Anne baba arasında tercihe zorlamayın
Anne baba boşanmış olsa bile çocuğun her ikisine de ihtiyacı olduğunu ve ilişkisinin devam edeceğine değinen Dr. Atasoy, “Çocuk, anne baba arasında tercih yapmaya zorlanmamalıdır. Çocuk beraber yaşamadığı ebeveyni özleyecek ve arayacaktır. Bu ebeveyn ile ilişkinin düzenli olarak sürdürülmesi, belirlenen günde ve sürede birlikte olunması çok önemlidir” dedi. Birlikte vakit geçirmenin çocuğun şımartılma ve isteklerini yerine getirmek anlamına gelmediğini söyleyen Dr. Atasoy, “Duygusal paylaşım ön planda olmalıdır. Karşı tarafın çocukla birlikte çekiştirilmesinden uzak durulmalıdır. Hem çocuk hem de ebeveyn duygusal beraberliklerini güçlendirmelidir” şeklinde konuştu.

Kötü giden evlilik çocuk için boşanmaktan daha zararlı
Boşanmış aile çocuğu olmanın ruhsal anlamda sorunlu olmak anlamına gelmeyeceğini belirten Dr. Atasoy, “Ancak duygusal alanda zedelenmiş bir çocuktan söz edilebilinir. Boşanmış çiftin boşanma sonrasında çocuğa karşı sergilediği tutumlar ruhsal sağlığın etkilenmesinde önemli yer tutacaktır” dedi.


Dr. Zafer Atasoy
Boşanmış aile çocuklarında davranış sorunları ile sık karşılaşıldığını dile getiren Dr. Atasoy, çatışmaların sürdüğü ancak evliliğin yıkılmadığı ailelerin çocuklarında daha fazla uyum ve davranış sorunları ortaya çıktığını anlattı.

BOŞANAN ÇİFTLERE ÖNERİLER
• Çocuk, evlilik ilişkisinin tamir edilerek başlatılması için girişimlerde bulunacaktır, bu durumda başa çıkmanız gerekebilir
• Birçok alanda birbiriniz ile çelişseniz bile çocuk için bir arada olmak ve ortak kararlar almalnız gerecekeğini unutmayın
• İki taraftın da yeni ilişkilere başlayabileceğini kendinize hatırlatın
• Çocuk öncelikle anne babasını birlikte görmek istediği için yeni beraberliği bu hayalin önünde bir engel olarak görebilir. Fakat tarafların mutlu olması çocuğu da mutlu edecektir
• Yeni bir ilişkiye başlanması durumunda bunun çocuğa anne baba tarafından anlatılması önemlidir

0 yorum

Hayal kırıklığı yaşamak istemiyorsanız dikkat!

Pek çoğumuz için hayatımızda gerçekleştirmek istediğimiz farklılıkların başlangıç noktası olan yeni yıl, umut ve hayata sıfırdan başlamak anlamına geliyor. Peki, büyük kararlar aldığımız bu dönem neden yılın diğer zamanlarından farklı bir anlam taşıyor? Bu sorunun yanıtını DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü’nden Psikolog Ayşegül Horozoğlu Enkavi verdi.

Yeni bir iş, farklı bir kariyer ve belki de aşk… 2013’ü geride bırakmaya hazırlandığımız şu dönemde pek çok kişinin yeni yıl hayallerinin en kilit kelimeleri arasında bunlar yer alıyor. Beynimizde yeni bir başlangıç ve heyecan olarak kodladığımız yeni yıl, farklı umutları da beraberinde getiriyor. Sene içinde yaşanan olumsuz durumları telafi etme fırsatı olarak da görülen yılbaşları kişilerde adeta piyango olarak görülüyor. Peki, insanlar özellikle neden yeni yıldan büyük beklentiler içine giriyor? Büyük kararlar almak için bu dönemi beklemek ne kadar doğru?

DBE Kurumsal Gelişim Merkezi Yöneticisi Psikolog Ayşegül Horozoğlu Enkavi insanların yeni seneyi bir milat olarak gördüğüne dikkat çekiyor. Enkavi, “Yeni başlangıçlar yüksek motivasyon ister. İnsanlar alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemezler. Şimdiye kadar yapmadığını yapmak ya da yaptığı şeyleri yapmaktan vazgeçmek kolay değildir. Bu nedenle bir başlangıç noktası belirlemek ilk adımı atmak anlamına gelir ve gerekli olan motivasyonu sağlar. Hafta başı, yılbaşı, dönem başı gibi günler başlangıcı çağrıştırdığı için herkes tarafından tercih edilen zamanlar oluyor” diyor.

İsteklerin gerçekleşmesi için plan yapmanın her zaman olumlu sonuçlar getirdiğine dikkat çeken Enkavi, bu nedenle yeni yıl motivasyonunu umut verici buluyor. Enkavi, “Burada önemli olan istediğimiz şeyin tam olarak ne olduğunu tüm detaylarıyla netleştirmektir. Yani varmak istediğimiz noktayı ve o noktaya varana kadar izleyeceğimiz yolu tanımlamak gerekir. Kariyerimizi planlarken daha çok mantığımız ile hareket ederiz ancak konu aşk olduğunda duygular daha fazla işin içine girer. Dolayısıyla kariyer gibi konularda plan yapmak daha kolay olsa da aşkı planlamak daha zordur. Yine de böyle bir planlama yapabiliyorsak ve bu bizi motive ediyorsa neden olmasın?” diyor.

Hayal kırıklığı yaşamamak için bunlara dikkat!


Ayşegül Horozoğlu
Enkavi 
Zihnimizin yeni bir şey öğrenirken yoğun bir çaba harcadığını bu nedenle ancak istikrarlı davranmanın başarıyı getirdiğini anlatan Enkavi, “Yeni davranışımız istikrarla tekrar edilirse kim olduğumuzu belirleyen unsurlardan biri haline gelir. Bu nedenle uygulaması kolay ve bizi emin adımlarla hedefe ulaştıracak kararlar almamızda fayda var. Örneğin; zayıflamak istiyorsak önce daha sağlıklı yemekler hazırlamaya başlamak, vermemiz gereken çok kilomuz varsa öncelikle vereceğimiz ilk beş kiloya odaklanmak gerekir. Küçük hedeflerin uygulaması her zaman daha kolaydır ve sizi büyük hedefe yavaş yavaş ve daha emin adımlarla ulaştırır. Değişikleri hayatımıza teker teker yerleştirmek de uzun dönemli bir başarının anahtarıdır ” dedi.

Sadece yeni yılda değil alınan tüm kararların uygulanabilir olması için hedefin çok net belirlenmiş olması, hedefin gerçekleşmesini sağlayacak aksiyonların adım adım çıkarılmış olması gerektiğini anlatan Enkavi, “Hedef uzun soluklu büyük bir hedef ise, bunu daha küçük parçalara bölerek gerçekleştirmek gerekir. Kısa vadeli hedefler gerçekleştikçe daha uzak ya da zor hedefe varmak kolaylaşır. Bizi motive eder, hedef gözümüzde büyümez ve ulaşılmaz olmaktan çıkar, çünkü ulaşılması zor gözüktüğünde, vazgeçmek çok daha kolay olur. İnsanoğlu, bir hedefin ucunda tanımlanmış bir ödül yoksa kolay vazgeçebiliyor. Kararımızı uygulamak için güçlü bir dürtü olması ve bununla ilgili duygu geliştirmemiz gerekir.

0 yorum

Modern toplumun en büyük sorunu mutsuzluk!

Kişilerin mutlu olmasının iki temel koşulu olduğunu belirten psikiyatrist Prof.Dr. Nevzat Tarhan, “Birinci adım, kişinin kendini tanıması, duygularını fark edip yönlendirmesi ve bunlar yardımıyla harekete geçmesidir. İkincisi, diğer insanlarla iletişim kurması ve böylelikle karşı tarafın duygularını fark etmesidir. Mutluluğu yakalamak doğru iletişime bağlıdır.” dedi.

Birleşmiş Milletler (BM), dünya üzerindeki insanların mutluluğu hatırlamaları ve kutlamaları için 2012 yılında 20 Mart'ı "Dünya Mutluluk Günü" olarak ilan etti. Başta BM Genel Merkezi'nin bulunduğu ABD olmak üzere üye birçok ülkede eğitim, kültür ve sosyal faaliyetleriyle kutlanan gün dolayısıyla çeşitli sivil toplum örgütleri, dernek ve kuruluşlar mesaj ve kutlamalar yayınlıyor.

Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Nevzat Tarhan, insanın mutluluğu yakalamasında iki temel adım olduğunu belirterek kişinin önce kendini tanımasını sonra da diğer insanlarla iletişim kurmasını tavsiye etti. Mutluluğu yakalamanın doğru iletişime bağlı olduğunu belirten Prof.Dr. Tarhan, şu önerilerde bulundu:

En sık başvuru mutsuzluktan!
“Mutluluğu yakalamak doğru iletişime bağlıdır. Çünkü hiç kimse tek başına mesut olamaz. İnsanlar ruh hekimlerine en çok mutsuzluk şikâyetiyle başvururlar. Bu sebeple mesleğimizin amaçlarından birisi, toplumun huzuruna ve mutluluğuna katkıda bulunmaktır. Mutsuzluğun en büyük sebeplerinden biri, onu yanlış yerlerde aramaktır. İç huzurun yolunu bulmak için uzmana başvuran kişiye, “Senin mutluluğun bu sahada değil, şu sahadadır” yönlendirmesi yapılarak, onun doğru noktalara yönelmesi sağlanmalıdır. Mesela insan penceresinin önündeki gülleri görmez de hayal ettiği bir gül bahçesine kavuşmak ister. Bu, mutluluğu yanlış yerde aramak demektir.”

Modern toplumun en büyük sorunu mutsuzluk!
Günümüzde modern toplumların en büyük sorununun mutsuzluğa çözüm bulamamak olduğunu belirten Prof.Dr. Nevzat Tarhan, şunları söyledi.

“İnsanların mutluluğa duydukları ihtiyaç, insanlığın var edildiği günden başlar. Modern çağa kadar etkisini sürdüren ahlaki öğretiler, insana mutlu olmak ile ilgili formüller sunmuştu. Ancak modern dönemin öngördüğü yaşam tarzı, bu konudaki çaresizliğe çözüm üretemedi. Yaşadığımız yüzyılda insanlar depresyona giriyor sonra da tedavi oluyorlar. Ama mutlu olmak depresyondaki birinin tedavi olmasından daha farklıdır.

Mutluluğun 5 kriteri!
Mutluluğun bedensel, zihinsel, duygusal, sosyal ve mesleki parçalardan oluşan parametreleri olduğunu belirten Prof.Dr. Tarhan, gerçek mutluluğu yakalamak için parametrelerin hepsinin dikkate alınması gerektiğini söyledi. Prof.Dr. Tarhan, şöyle devam etti:

“İnsanda acıdan kaçma eğilimi vardır. Batılı bilim adamları insanı bağımlılığa iten üç genetik eğilimden bahsetmektedirler. Bunlardan ilki, beyinde dopaminerjik sistemle çalışan yeniliği arama davranışıyla ilgilidir. İkinci eğilim, serotoninerjik sistemle yürüyen zarardan kaçma yönündedir. Üçüncüsü ise ödül bağımlılığıdır ve insanın hoşuna giden, zevk aldığı şeyler bağlanmasını ifade eder. Bu içki, kumar olabileceği gibi cinsellik, teknoloji ya da konfor bağımlılığı da olabilir. İnsanın mutluluğunda bu meyillerin doğru merkeze yönlendirmesi esastır. Yoksa maceraya girer. Hatta bir kişinin kendini değiştirme, geliştirme, radikal olma hali hep bu durumlarla alakalıdır.

Mutlu olmak için, fark edip iyiye doğru gitmek gerekir. Farkındalığın oluşması için biyolojimizi iyi tanımak işe yarayacaktır. Mesela, mutluluğun bedensel, zihinsel, duygusal, sosyal ve mesleki parçalardan oluşan parametreleri vardır. Eğer gerçek mutluluğu yakalamak istiyorsak, parametrelerin hepsini dikkate almak zorundayız. Bir insanın beden sağlığının yerinde olması mutluluğun tesisi bakımından gereklilik taşır ama yetmez. Çünkü zihinsel mutluluk da önemlidir. Tabii bunları bilmek tek başına yeterli değildir. Mutluluğu hayata geçirmek, duygusal bakımdan desteklemek ve insan ilişkilerine yansıtmak gerekir. Sosyal mutlulukta, aile ve dost çevresi, mesleki mutlulukta iş çevresi ve iş hayatı ile uyum önemlidir. Bunların hepsi insanın “mutluyum” demesinin beş ana kriterini oluşturur.”

0 yorum

Diyetinizi Sabote Edecek 15 Neden

Her pazartesi başladığınız diyetlerin bir türlü sonu gelmiyorsa ya da yılın yarısını aç gezdiğiniz halde etrafta dolaşan incecik kadınlara kıskanç gözlerle bakmaya devam ediyorsanız bu işin içinde sadece yanlışlık değil aynı zamanda diyetinizi sabote edici etkenler var demektir.

Hayatınızın yarısı çikolatalara imrenerek bakmakla mı geçti ya da her tatlı yediğiniz bir gün için üç gün pişmanlık duyduğunuz halde yine de değil bir kilo bir gram bile vermiyorsanız bu duruma bir son vermenin vakti geldi demektir.

Diyetlerinizin işe yaramadığını düşünerek beslenme düzeninizi değiştirmeden önce derinlemesine bir araştırma yapmalı yanlışın nerede olduğunu öğrenmelisiniz.

Diyetinizi Sabote Edecek 15 Neden

1. Hızlı yemek
Hızlı yemek yemek kilo almanıza neden olur bu nedenle yavaş yemelisiniz. Yiyecekleri uzun süre çiğnedikten sonra yutmak, beynin vücuda giren besinleri kaydetmesine zaman tanımak anlamına geliyor. Bu şekilde tat alma duyusu da tatmin oluyor. Böylece doyduğunuzu anlamanızla, yemeye son vermeniz arasındaki zaman kısalıyor.

2. Teknoloji
Diyetlerinizin bir işe yaramamasının en büyük etkenlerinden biri hareketsiz yaşamdır. Eskiden bir arkadaşınızla görüşmek için belki de 10 ya da 15 dakika yürürken şimdi sadece mailleşerek görüşmüş kadar oluyor ya da internet üzerinden sohbet edebiliyorsunuz. Böyle olunca da hareket yerine oturmayı seçiyorsunuz.

3. Tatlandırıcılar
Kilo almamak için sürekli şeker yerine tatlandırıcı kullanıyor olabilirsiniz. Fakat yapılan araştırmalar yapay tatlandırıcıların alınan doğal kalori alımı konusunda vücudu kandırdığını ve bu nedenle de daha fazla şeker kullanma isteğini ortaya çıkardığını gösteriyor.

4. Sebzeler
Sebzelerinizi ve salata malzemelerinizi iyi yıkadığınızdan emin olmalı ve organik olarak yetiştirilmiş olanları seçmelisiniz. Hormonlu sebze ve meyvelerden uzak durmalısınız.

5. Yağ oranı düşük yiyecekler
Yağ oranı yüksek ve düşük yiyecekler arasında aslında sanıldığı kadar çok fark yoktur. Yoğurt, süt ya da peynirde bu oran önemliyken yağ oranı düşük bir kek yemekle yağ oranı yüksek olanı yemek arasında hiçbir fark yoktur.

6. Stres
Beyin, vücutta enerjinin azaldığını fark eder etmez açlık hissetmemize yol açan kimyasal maddeler salgılar. Bu kimyasal maddeleri salgılayan kısmı, aynı zamanda duyguları da kontrol eder ve sıkıldığımız veya kendimizi kötü hissettiğimizde hemen buzdolabına koşmamızın başlıca sebebi de budur.

7. Öğün atlamak
Her yemek yediğinizde metabolik hızınız iki saat içinde yüzde 20 - 30 artar fakat öğünleri atlarsanız metabolizmanız yavaşlar. Özellikle de kahvaltı yapmamak en büyük problemdir ve gece boyunca yüzde 5 yavaşlayan metabolik hızınız bir daha yemek yiyene kadar aynı hızda kalır.

8. Meyve suları
Früktoz seviyesi yüksek olan meyve suları iştahınızı açar. Bu nedenle taze meyve suyu içmek ya da meyve yemek çok daha yararlıdır.

9. Toksinler
Karaciğer vücudun yağ yakan organıdır ve eğer alkol gibi toksinlerle doluysa yakma işlemi için daha yoğun çalışarak çok enerji harcar ve yorulur. Bu nedenle içki içerken yağ ya da şekeri çok fazla tüketmemeye dikkat etmelisiniz.

10. Salata
Diyet yaptığınız için salata yemeyi tercih edebilirsiniz fakat salatayı dışarıda yiyecekseniz soslu bir salata yememelisiniz. Çünkü özel soslarla yapılan bu salataların kalori bakımında bir hamburgerden çok da farkı yoktur.

11. Doğumgününüz
Kış mevsiminde doğduysanız baştan kaybetmiş olma ihtimaliniz yüksek çünkü yapılan araştırmalar kış bebeklerinin obeziteye daha yatkın olduklarını gösteriyor. Bunun sebebi ise daha yavaş çalışan bir metabolizmaya sahip olmaları.

12. Doğum kontrol
Kadınların en büyük sorunlarından biri de doğum kontrol yöntemleri nedeniyle alınan kilolardır. Özellikle doğum kontrol hapları bazı kadınlarda iştah açarlar.

13. Uyku düzeni
Yapılan araştırmalara göre geceleri dört saatten az uyuyan kişiler daha çok uyuyanlara oranla daha fazla kilo alırlar. Çünkü yorgun bir vücut, normal günde yakılan enerjiyi yakamaz ve metabolizması yavaşlar. Bunun için her gün uykunuzu düzenli almaya dikkat etmelisiniz.

14. Evlilik
Yeni evli çiftler hep evlendikten sonra kilo aldıklarından şikâyet ederler. Bunun nedeni ise birlikte bir yaşam paylaşma sonucu herşeyi aynı anda yapma isteğidir. Fakat sözkonusu yemek olunca bu yanlıştır eşinizle aynı miktarda ya da aynı şeyleri yemeden de mutlu bir evliliğe sahip olabilirsiniz.

15. Tiroid sorunu
Sürekli yorgun hissediyorsanız, kilo almaya başladıysanız ve sürekli üşüyorsanız tiroidiniz tembelleşmiş olabilir. Bu da metabolizmanızın daha yavaş çalışmasına neden olur. Bunun için bir uzmana başvurun ve balık, fındık gibi yararlı besinler almaya dikkat etmelisiniz.

0 yorum

Kalbimiz Duygularımızın Aynasıdır

Kalbimiz, sadece kan pompalayan bir organ değil aynı zamanda duygularımızın da organıdır. Kalbimiz aşk, sevgi, heyecan, mutluluk, üzüntü, nefret gibi duyguların da aynasıdır. 

Yapılan son araştırmalar duygularımızın, kalp sağlığımız üzerindeki etkisinin çok önemli olduğuna dikkat çekiyor. Liv Hospital Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Ahmet Özkara, özellikle mutlu evlilik ve pozitif düşüncenin hem kadında hem de erkeklerde kalp krizi riskini azalttığına dikkat çekiyor. Doç. Dr. Ahmet Özkara, Sevgililer Günü vesilesiyle kalbiniz için tüyolar veriyor: Stresi azaltın ve sevdiklerinizle mutlu olduğunuz anları artırın…

Sahip olduklarınızın kıymetini bilin
Hepimiz çağımızın en büyük problemi olan stresle baş etmenin yollarını arıyoruz. Stresin kalp ve damar sistemi üzerine negatif etkileri olduğunu uzun zamandır biliyoruz ama aslında stresi azaltmanın birçok yolu var. Bu yollardan belki de en önemlisi mutlu olduğumuz anları artırmak ve yaşamın negatif etkilerini bertaraf edecek konulara odaklanmaktır. Kısacası duygu dünyamız, stresi yönetmekte en önemli faktördür. Sahip olduklarımızın kıymetini bilmek, sevgi ve saygıyı göz ardı etmemek iç dünyamızda daha dingin ve huzurlu olmamızı sağlayacaktır.

Kalbimiz sevgi de pompalar
Doç. Dr. Ahmet Özkara
Bizi üzen olayları düşündüğümüzde ya da yaşadığımızda kalbimizin hızlı attığını, tansiyonumuzun yükseldiğini biliyoruz. Beslenme alışkanlıklarımız da stres altındayken değişir.

Tüm bunlar kardiyovasküler sistemimizi de etkileyecek ve belki de damar sertliği ve kalp ritim bozukluğu olarak bize geri dönecektir. Oysaki mutlu olduğumuz, huzurlu hissettiğimiz anlarda tansiyonumuz normal seyreder, nabzımız düşer ve çarpıntı gibi kalbimiz yoracak bulgular yaşanmaz.

Kalbimiz vücudumuza sadece kan değil, sevgi de pompalar. Pozitif düşüncenin, sevginin ve sahip olduklarımızın kıymetini bilmenin ruh sağlığına katkısı olacağı gibi kalp sağlığına da çok büyük bir etkisi olacaktır.

0 yorum

Çalışan Anne Mutluluğu Hedeflemeli!

Son yıllarda iş hayatında daha sık yer alan kadınların yaşadığı rol çatışmaları da günlük hayatı biraz daha meşakkatli hale getiriyor. Eş, ev hanımı ve anne rollerini de iş hayatıyla birlikte sürdüren kadınlar hayatlarında zaman zaman aksaklıklar ve sorunlar yaşayabiliyorlar. 

Roller arasında sıkışıp kalan kadınlar, hangi role öncelik vereceği konusunda ise çoğu zaman bir karmaşa yaşıyor. Bu süreçte ise kadını duygusal anlamda en fazla annelik rolü yıpratıyor. Üsküdar Üniversitsi Etiler Polikliniği Uzman Psikoloğu Aynur Sayım, roller arasında çatışma yaşayan annelere önemli önerilerde bulundu.

Çalışan kadın rolünün yanında iyi bir de anne olabilme gayretinde olan kadınlar, çocuklarının yanında olamadıkları için çoğu zaman suçluluk duygusu yaşasa da sahip oldukları rollerin sorumluluklarını yerine getirebilmek adına yoğun çaba harcarlar. Bu tempo birçok kadının şikâyetçi olduğu durumdur aslında. Her biri pek çok rol arasında sıkışıp kalmaktan dert yakınır. Yoğun tempo arasında çocuklarını ihmal ettiklerini düşünen anneler çocuklarının her istediğini yaparken bazen de geri kalan tüm vakitlerini onlara ayırdıklarını görebiliriz. Hele eş sorunları ve annenin işiyle ilgili sorunları da var ise sorun daha da işin içinden çıkılmaz hale gelebiliyor.

Üsküdar Üniversitesi Etiler Polikliniği Uzman Psikoloğu Aynur Sayım, doğumun ardından izin süresi biten annenin bir takım kaygılar yaşadığını, bazı sorulara ise cevaplar aradığını vurguluyor. Sayım bu konuların başında ise "Çocuğumdan nasıl ayrılırım, o bensiz ne yapar, başkası ona benim gibi bakabilir mi, ben yanında olmayacağım için çocuğum çok etkilenir mi?" gibi endişeler geldiğini belirtiyor.

Kadının bu endişeyle işe başladığının altını çizen Sayım, asıl önemli olanın annenin olaylara yaklaşımı ve çocukla kurduğu ilişki şeklinde olduğunu kaydediyor. Sayım'a göre eğer anne çocuğuna karşı çok korumacı, kaygılı bir anne ise çocuk da bu kaygıyı alıyor. Eğer anne sakin kalabiliyor ve işe dönme sürelerini kademeli olarak artırabiliyorsa ideali bu oluyor.

Çocuğun ancak bu durumda kendini güvende hissedebileceğinin altını çizen Sayım, ayrılma kaygısı olan çocuklarda anneden ayrılamama, anne giderken ağlama, sonrasında agresivite, uyum güçlükleri gibi birtakım sorunların görülebileceğini ifade ediyor. Sayım bu sorunların tamamen anne-çocuk ilişkisinden kaynaklandığını da söylüyor.

Çocuğun anneye güvenli bağlanmasının önemine dikkat çeken Uzm. Psk. Aynur Sayım ilk 3 yaşın önemini vurguluyor.

Birliktelikte nicelik değil nitelik önemli
"İlk 3 yaş anneye güvenli bağlanma açısından kritik dönemdir. Sağlıklı anne-çocuk ilişkisi sürekli birlikte olmak demek değil, birlikte oldukları zaman dilimlerindeki sağlıklı ilişki demektir. Ve çocuğu değişimlere yavaş yavaş adapte etmektir. Yani anne, çocuğu 6 aylıkken işe dönecekse bakım verecek kişiye bir bağlanma oluşması için daha erken dönemde aynı ortamda bulunmalıdır. Ve kendi stres yönetimini başarabiliyor olması gereklidir. Bu dönemde annede depresyon gelişebilmektedir. Bu konuda bir uzman yardımı almak anneyi rahatlatacaktır."

Çalışma zamanı gelmeden annenin çocuğundan kısa sürelerde ayrılmalarda bulunması gerektiğinin altını çizen Sayım, bu ayrılmaların anneanne, babaanneye bırakmalar şeklinde olabileceğini kaydediyor.

Çocuk çok küçükse bu şekilde alıştırılmanın doğru olacağını vurgulayan Sayım, büyük çocuklarda ise sözlü sözlerle durumu anlatmanın yeterli olacağını belirtiyor. Bu noktaya kadar sürecin sağlıklı işlemesiyle sorunların yaşanmayacağını ifade eden Sayım, eğer sorun çıkıyorsa bunun nedeninin hatalı tutumlar olduğunu dile getiriyor.

Anne kadar babanın da bu süreçte önemli olduğunu belirten Sayım;
"Olumlu ve gerçekçi düşünerek 'Önemli olan benim çocuğuma doğru davranmam. İyi bir anne olmam hep çocuğumun yanında olmam değil, ona karşı davranışlarıma bağlı' düşüncesini benimseyerek, anne bu süreci yönetebilir. Anne bu konuda zorlanıyorsa yardım istemeli ve yardım almalıdır."

Bu süreçte anne kaygılı mı ya da anne her şeye yetişme çabasının içinde gerçekten çocuğu duygusal olarak ihmal ediyor mu? Bunların araştırıp çözümlenmesi gerektiğini kaydeden Sayım çocuklarla kurulacak en iyi iletişim dilinin ise onlarla geçirilen süre ve bu sürede birlikte yapılan aktiviteler olduğunu hatırlatıyor.

Sayım, çocuk sahibi olmadan önce eşlerin kurdukları aile içindeki rolleri, birbirleriyle olan ilişkilerini gözden geçirmeleri ve şu soruları kendilerine sormaları gerektiğini vurguluyor.

 Aile bireyleri özgüven ve bağımsızlık duygusu olan kişiler mi?
 Kendi aralarında yaşanan problemleri çözme becerisini oluşturabildiler mi?
 Dışarıdan gelen olumsuz etkilerden sıyrılıp aile bütünlüklerini koruyabiliyorlar mı?
 Eşler arasında birbirlerinin gelişmesini destekleyen sevgi dolu bir ilişki var mı?
 Sorumluluk alma duygusuna sahipler mi?
 Doğru iletişim dilini kullanıyorlar mı?
 Birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar mı?
 Aileye yeni katılacak çocuğun tüm ihtiyaçlarını karşılamaya hazırlar mı?
 Eşler birbirlerine değer veriyorlar mı?
 Ebeveynlik becerilerine sahipler mi?

0 yorum

Modern hayatın yeni sorunu: Erken ergenlik

İlk keşfedildiği yıllarda çok önemsenmeyen ‘erken ergenlik’ şimdilerde modern çağın en büyük problemleri arasında yer alıyor. 

Pek çok ailenin mücadele ettiği erken ergenlik tedavi edilmediğinde hastalıklara davetiye çıkarıyor. Özellikle erken ergenlik problemine kız çocuklarda daha sık rastlanıyor, kısa boylu kalma ve psikolojik problemler gibi sorunlara neden oluyor.

Liv HOSPITAL Kadın Sağlığı Kliniği’nden Op. Dr. Evrim Aksoy anlattı.

Ergenlik, çocukluktan erişkinliğe adım atılan dönemdir. Çocuğun fizyolojik, psikolojik ve sosyal açıdan bir dizi değişimlerin yaşadığı zamansal bir süreçtir. Hepsinden önemlisi bu dönemin sonunda üreme yeteneği kazanılmış olur. Ergenlik yaşı normalde kız çocuklarında 8-13, erkek çocuklarında ise 9-14 yaş arasıdır. Eğer ergenliğe ait belirtiler kızlarda 8, erkeklerde ise 9 yaşından önce görülüyorsa çocuk erken ergenliğe girmiş demektir. Normalde ergenliğin kızlardaki ilk belirtisi meme dokusunun büyümesidir. Bunu takiben genital bölge ve koltuk altı tüylenmesi görülür. Nihayetinde ilk adet kanamasının başlamasıyla da tamamlanmaya doğru gider. Erkeklerde ise ilk belirti testislerin büyümesidir. Daha sonra bunu penis büyümesi, genital bölge ve koltuk altı tüylenmesi, seste kalınlaşma, vücut kas kitlesinin artışı ve erişkin görünüme ulaşılması izler. Tüm belirtilerin biri veya birden fazlasının kızlarda 8, erkeklerde 9 yaşından önce ortaya çıkması erken ergenlik problemine işaret eder.

Erken ergenliğe kızlarda mı erkeklerde mi daha sık rastlanıyor?
Erken ergenlik kızlarda erkeklerden daha sıktır ve çoğu zaman nedeni ortaya konulamaz. Ancak bazen altta yatan çok önemli bir tıbbi problem olabilir. Özellikle de erkek çocuklarda görülüyorsa daha da şüpheli yaklaşmak gerekir.

Altta yatan ciddi bir problem de olabilir!
Erken ergenliğe giren çocuklar akranlarından önce büyümeye başladıklarından kemiklerdeki büyüme noktaları da daha önce kapanır, akranlarından daha kısa boylu olabilirler. Normalden erken dönemde yaşamak zorunda kaldıkları adet kanaması, erişkin görünüme ulaşmak gibi durumlar çocuğu psikolojik açıdan olumsuz etkileyebilir. Eğer altta yatan tıbbi bir problem bulunuyorsa (beyin tümörleri gibi) ve tanı konulmakta geç kalınırsa hayatı tehdit edebilir.

GDO’lu ve hormon katkılı besinler erken ergenlik sebebi!
Dünyada son 10 yılda, ülkemizde de son 5 yılda özellikle dikkati çeken oranda erken ergenlik problemine rastlanıyor. Yapılan araştırmalar aldığımız gıdalar içinde bulunan hormon ve katkı maddelerinin çocuklarda bu duruma neden olduğunu gösteriyor. Büyüme hormonu eklenerek yetiştirilen meyveler (çilek vs) sebzeler (domates, brokoli vs), yine hormon (özellikle östrojen) eklenerek hızlı büyütülen tavuklar ve yumurtalar, etler ve sütler çocuklarda hormon uyarısına neden olabiliyor. Normal şartlarda çocukluk döneminde bu hormon uyarı sistemi beyinde, ergenliğe kadar sessiz bir bekleme sürecindeyken bu dış uyarıların artışı ile aktif hale geliyor. Aynı zamanda katkı maddeleri kadar olmasa da iklim değişiklikleri ve fiziksel koşullar, kullanılan plastik malzemeler, oyuncaklar içindeki hormon benzeri etki oluşturan kimyasallar da erken ergenliği başlatabiliyor. Fast food tarzı ve yapay endüstri ürünleri ile beslenme alışkanlıkları obeziteye neden olarak vücut yağ oranını arttırmak koşuluyla erken ergenliğe neden olabiliyor.

Erken ergenlik çocukları nasıl etkiliyor?
• Ruhsal ve beyin gelişimi açısından henüz çocuk ancak vücut yapısı olarak erişkin görünümünde olan bu çocuklar kısa boylu kalabiliyor.
• Çocuklar kimlik çatışması yaşıyor.
• Arkadaşları, ailesi ve öğretmenleriyle iletişim problemi yaşayan çocuk okulda başarısız oluyor.
• Agresif, kendine güvensiz, değersizlik duygusuna sahip bu çocuklarda madde bağımlılığı, intihar eğilimi görülebiliyor.

Tedavisi nasıl yapılıyor?
İyi bir değerlendirme ve tanı sonrasında farmakolojik maddeler kullanılarak aktif olmuş sistem baskılanıyor, erken ergenlik durduruluyor. Gerçek ergenlik yaşı beklenip zamanı gelince bu ilaçlar kesilerek ergenliğin gelişmesine izin veriliyor. Çocuğun psikolojik problemleri için de mutlaka yardım alınmalı. Erken ergenlik probleminde çözüm endokrinolog, jinekoloj, psikolog, psikiyatristin de içinde bulunduğu multidisipliner bir yaklaşımla mümkün olabiliyor. Modern hayatın getirdiği bu olumsuz etkileri önlemek şimdilik ancak bireysel çaba ile mümkün. Beslenme alışkanlıkları, kullanılan malzemeler açısından dikkat etmek ve hepsinden önemlisi de erken ergenliğe ait bir belirti varsa gözden kaçırmamak çok önemli. Bu yüzden ailelere büyük görev düşüyor.

Erkeklerde erken ergenlik hangi hastalıkların belirtisi olabilir?
• Beyin tümörleri
• Beyin abseleri ve enfeksiyonları
• Böbreküstü bezlerinin tümörleri
• Yumurtalık-testis tümörleri ve hastalıkları

Yapılan değerlendirmede bu durumların olmadığı belirlendikten sonra erken ergenliğe neden olan dış faktörleri düşünmek gerekir. Özellikle GDO’lu (genetiği değiştirilmiş maddeler) besinlere maruz kalmama konusunda her bireyin daha bilinçli olmalı. Kız çocuklarında problem olsun ya da olmasın ergenlikle ilgili ilk muayeneleri 13 ile 15 yaş arasında mutlaka yapılmalı. Aileler de bu konuda daha dikkatli olmalı.

0 yorum

Erkek yüz bölgesine odaklanır

Sessizliği yırtan çığlık
Seks sırasında hissettikleriniz yüzünüzden okunur. İlişkiden alacağınız zevki ikiye katlamak için önerilerimize kulak verin.

Son zamanlarda duyduğumuz bir araştırmanın sonuçları bizi gerçekten şaşırttı. Buna göre; çoğu kadın seks sırasında vücudunun nasıl görüneceği konusunda kaygılanırken aslında erkekler birlikte oldukları kadının yüzüne, vücudunun diğer yerlerinden çok daha fazla dikkat ediyorlarmış!

Araştırmacılar, erkeğin yüz bölgesine odaklanmasını; yüzdeki ifadenin onun dokunuş ve okşamalarının hoşunuza gidip gitmediğini ve orgazm olup olmadığınızı göstermesine bağlıyorlar. Artık aldığınız zevki erkeğinize göstererek onu heyecanlandırabileceğinizi biliyorsunuz. Bundan sonra yapmanız gereken, aldığınız zevkin tüm benliğinizi sarmasına izin vermek ve bencil olmayıp bunu partnerinizle paylaşmak.

Bunun için başlangıç olarak sevişme sırasındaki yüz ifadenizden utanmayı bırakın. Yüzünüzdeki kan dolaşımının artması yanaklarınızın parlamasına ve terlemenize neden olurken, gözleriniz ve ağzınız gerilmekle gevşemek arasında gider gelir. Bu görkemli anları en iyi şekilde yaşamak için verdiğimiz ipuçlarını takip edin.

Derin nefes alın
"Derin ve yavaş yavaş nefes almak, konsantre olmanızı sağlar. Sizi, dış dünyanın karışıklığından, tüm duyularınızın daha yoğun olduğu ve bu sayede kolayca rahatlayıp, gevşeyebileceğiniz, iç alanınıza doğru çeker" diye anlatıyor Touch Me There! (Buraya Dokun!) adlı kitabın yazarı, cinsellik uzmanı Yvonne Fulbright. Beyniniz tümüyle duygularınızın etkisi altındayken fiziksel kusurlarınıza kafa yormanız da imkansız olacaktır.

Onu takip edin
Fulbright, "Sevgiliniz gözlerini kısıp, dudaklarını ısırdığında ya da herhangi bir keyif belirtisi gösterdiğinde onun yüzüne odaklanın" diyor. Onun aldığı keyfi yaşamak için sevgilinizin tepkilerinden faydalanabilirsiniz. Keyifle karşılayacağı bu durum ayna etkisi yaratarak size heyecan olarak geri dönecektir. Göreceksiniz; mutluluk daha çok mutluluk getirir.

İnlemelerinizi boğmayın
The Complete Idiot's Guide to Amazing Sex (Acemiler İçin İnanılmaz Seksin Rehberi) kitabının yazarı Sari Locker; bazı kadınların zirveye ulaşırken inlemekten ve haykırmaktan utandıklarını söylüyor. Oysa doğal olan hiçbir ses ya da mimiğe ket vurmamak gerektiğini, bunların geri dönüşlerinin müthiş olacağını sözlerine ekliyor.

Son olarak, yapılan ankete katılan erkeklerin yarıdan fazlasının partnerlerinin orgazmsırasındaki yüz ifadesini çekici bulduklarını belirtelim. Geri kalanların çoğu, yüz ifadesindeki değişikliklerin farkında olmadığını söylese de yeni deneyimlere açık olup ilişkinize heyecan katmanızı öneriyoruz.

1 yorum

Peki neden yalnız kaldınız? Hata sizde mi?

Hem güzel hem çekici hem de zekisiniz. Peki neden hala yalnızsınız? 

Hatayı hiç kendinizde aradınız mı? Uzun zamandır hayatınızda biri yoksa veya ilişkileriniz bir türlü uzun soluklu olmuyorsa, aşağıdaki ihtimallerden birinin sizde bulunup bulunmadığını düşünmeye ve beraberce olumlu adım atmaya ne dersiniz?

Geçmişte Kalan Kötü Deneyimler

Belki geçmişte yaşadığınız olumsuz olaylardan dolayı; ya da deneyip deneyip istediğiniz mutluluğu bulamamış olmanız. Bunda dolayı da yitirmiş olabileceğiniz umudunuz da yalnız kalmanızın sebeplerinden biri olabilir. Şunu düşünün: bu hayatta her şey çok güzel ilerleseydi, yaşamanın tadı nasıl olurdu? Ağlayıp üzülmek gibi kelimeler olduğuna göre; bunları yaşamanın da bir anlamı var demektir. Hayal kırıklıkları yaşanmadığında bazı şeylerden ders almak ve daha güzelini yaşayamazdık. Bunları hiçbir zaman unutmayın ve umudunuzu sakın kaybetmeyin! En önemlisi de kendinizi yalnızlığa asla mahkum etmeyin.

Fazlaca Arkadaş Olduysanız

Nasıl ki birçok kadın hafif maço bir erkekten hoşlanır; aynı şekilde erkekler de karşılarındaki kadının dişiliğini görmek isterler. O yüzden neden yalnızlığınızı çözmeden önce durup bir geçmişe dönün. Daha önce şunları yapıyor muydunuz? Sevgilinize eski ilişkilerinizden bahsetmek, onun eski ilişkilerini dinleyip bir dost gibi yorum yapmak, onunla erkek muhabbeti yapıp 'kanka' moduna bürünmek, vs...

Bu davranışlar sizi aşk boyutundan çıkarıp dostluk boyutuna sokup her şeyi bitirecektir. Elbette ilişkinizin temelinde dostluk da olacak; ama bu dostluğu 'erkeksi' tavırlar yerine dişiliğinizi koruyacak şekilde kurmalısınız.

Onun Aradığınız İnsan Olmadığını mı Düşünüyorsunuz?

Burada iki ihtimal olabilir. Birincisi; yaşadığınız bazı tatsız deneyimlerden dolayı karşı cinsten ve ilişkiden soğumuş olmanız... İkincisi ise kendinizi fazla üstün, karşınızdakini ise fazla aşağıda görmeniz ve bir arada olmak için çok fazla çaba harcamamanız... Birinci durumda yapmanız gereken her zaman geçmişi geçmişte bırakıp, yaşananlardan ders alarak, yepyeni bir sayfa açmanız. İşte tam bu bu noktada size çok ilginç bir önerimiz olacak. Kaliteli arkadaşlık sitelerinden yardım alabilirsiniz; www.ecift.com iyi bir örnek olacak size. Unutmayın ve korkmayın, geçmişinizdeki bir ilişkide yaşadıklarınızı bir sonraki sevgiliniz de olacak diye bir şey yok. Siz dersinizi aldığınız müddetçe, bir sonraki ilişkiniz çok daha sağlıklı olacak zaten. Eğer durum ikincisi gibiyse, kimseye bu kadar yukarıdan bakmamanızı tavsiye ediyoruz. Nerede yaşarsanız yaşayın, hayata nasıl bakarsanız bakın sizin de bir ruh eşiniz var ve sizi bir yerlerde sizi bekliyor...

Erkeklere İtici Gelen Yönleriniz Mi Var?

İtici davranışlar neler mi? Erkeksavar denecek bu davranışlar; sürekli çocuk gibi konuşma, evi baştan aşağı pembeyle dönüştürmeniz, onu sevmediği tarzda müzik yapanların konserlerine götürmek için çabalama, aile albümleri hazırlayıp çocuk baskısı yapma gibi şeyler olabilir... Veya aslında daha gerçekçi baktığımızda sürekli nerede ne yaptığını sormak, sıkça onu sevdiğinizi söylemek veya mesaj atmak, aşırı kıskançlık yapmak, sürekli eski defterleri açtırmak, ya da çeşitli baskılar yapmak... Siz siz olun bu tip davranışlarınız varsa onları bırakmaya çalışın! Aksi takdirde arkadaşlık siteleri de dahil kimse sizi yalnız kalmaktan kurtaramayabilir.


1 yorum

Grip streslileri seçiyor!

Stresli zamanlarda vücudumuz enfeksiyonlara karşı daha savunmasız oluyor. Yapılan bilimsel çalışmalara göre işsizlik ya da aile içi tartışmalar yaşayan kişilerde soğuk algınlığı ve grip gibi enfeksiyonlar daha sık yaşanıyor. Verem, zona, ülser ve diğer birçok bulaşıcı hastalıkların da stresle yakından ilişkisi olduğu biliniyor.

Mali sıkıntılar, boşanma, üniversite sınavı derken hepimiz günlük yaşamımızda bizi baskı altına alan ve sıkıntıya sokan durumlarla karşılaşıyoruz. Stres, aşırı derecede yaşandığı taktirde zihinsel, ruhsal ve fiziksel açıdan sağlımızı olumsuz yönde etkiliyor. Peki stresli zamanlarda vücudun enfeksiyonlara karşı daha savunmasız olduğunu biliyor musunuz?

Medical Park Ankara Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Mine Işık Arıgün, yapılan araştırmaların stresli dönemlerde soğuk algınlığı ve grip gibi enfeksiyonların daha sık yaşandığı gösterdiğini ifade etti. Uzm. Dr. Mine Işık Arıgün, stresle bulaşıcı hastalıklar arasındaki ilişki hakkında şu bilgileri verdi:

HER İNSAN STRESE FARKLI TEPKİ VERİR
Çoğu kişi günlük yaşamında stresi bir dereceye karşı yönetebilir ve kısa süreli "akut" streslere karşı uyum yollarını bulur. Şiddetli, uzun süreli "kronik" stres durumlarında ise enfeksiyonlara karşı vücudumuzun bağışıklık sistemini etkileyen olumsuz etkiler oluşur. Stres durumlarında vücudumuzda enfeksiyon riski artar.

Yapılan çalışmalar stres düzeyi yüksek ve uzun süreli olan kişilerde bazı bulaşıcı hastalıklara yakalanma riskinin daha yüksek olduğunu göstermektedir. Ancak stres seviyelerine ve çeşitlerine (duygusal, mali v.b.) göre kişilerin verdiği yanıt bireysel farklılıklar içerir. Bir kişi için önemli bir stres kaynağı olan bir durum, bir başka kişi için aynı etkiye sahip olmayabilir.

SOĞUK ALGINLIĞI RİSKİ STRESLE ORANTILI
1991 yılında yayınlanan Carnegie Mellon Üniversitesi'nde yapılan ortak bir çalışmada, soğuk algınlığı riskinin bir kişinin hayatında stres derecesiyle orantılı olduğunu göstermiştir. 1998 yılında bir başka çalışmada ise en az bir ay süreyle (işsizlik ya da aile içi tartışmalar gibi yaşam olayları için) kronik stres yaşayan insanlarda soğuk algınlığı, grip gibi enfeksiyonların daha sık yaşandığı ortaya çıkmıştır.

HİV VİRÜSÜ BİLE STRESİ SEVİYOR
2000 yılında yayınlanan bir UNC-Chapel Hill çalışmasında, hayatlarında kronik stres olan HIV ile enfekte erkeklerde hastalığın daha hızlı ilerlediği tespit edilmiştir. Her artmış stresli bir olay için AIDS hastalarında klinik olarak ilerleme veya hastalığın ağırlaşması riski 2 katına çıkmaktadır.
Kronik tüberküloz (verem), herpes simpleks virüsü reaktivasyonu (tekrarlayan uçuklar), zona zoster, ülser (bulaşıcı Helikobakter pilori bakterisinin neden olduğu) ve diğer birçok bulaşıcı hastalıkların da stresle bağlantıları gösterilmiş ve stres yönetimi iyi olmayan kişilerde tekrarlayan hastalıklar görülmüştür.

BEYAZ KAN HÜCRELERİ BAĞIŞIKLIK TEPKİSİ VERİYOR
Hastalık yapan mikroplar vücudumuza girdiklerinde özellikle beyaz kan hücrelerimiz tarafından hedef alınırlar. Beyaz kan hücreleri, mikropların ortadan kaldırılması ve bağışıklık yanıtı oluşturmak için çalışmaya başlarlar. Bulaşıcı mikroplara derhal tepki verilir. Bu ilk savunma mekanizmasında akyuvarlarda "doğuştan" bağışıklık tepkisini vardır.

KRONİK STRESTE AKYUVARLARIN İŞLEVİ AZALIYOR
Akut stres dönemlerinde salgılanan stres hormonları nedeniyle akyuvarlar daha da aktif olarak vücuda giren mikro organizmalara karşı savaşırlar. Kronik stres dönemlerinde ise vücutta sürekli olarak yüksek seviyede bulunan stres hormonları yüzünden akyuvarların işlevleri azalabilir. Böylece vücudumuzun hastalıklara karşı savaşma yeteneği de azalır. Bu durum özellikle bağışıklık sistemi zaten zayıflamış olan ileri yaştaki kişilerde daha belirgin görülür.

STRES KİŞİNİN KENDİSİNİ ALGILAMASINI AZALTIR
Stres kişinin kendisine olan algısını azaltır. Strese verilen tepki kişiye göre değişeceğinden, kişilerin de bu nedenle geçirebileceği bulaşıcı hastalıklar çeşitlenir. Bireylerin stresli zamanlarda olaylara tepkisi nasıl farklıysa, çeşitli enfeksiyonlara yakalanma ihtimalleri de diğer faktörlere göre (sigara, alkol kullanımı, obezite vb.) değişiklikler gösterecektir.

STRES TÜRÜNE GÖRE VÜCUDUN YANITI DEĞİŞİR
Akut Stres yanıtı:
Stresli bir olaya vücudumuzun hızla verdiği bir yanıttır. Vücudumuz hemen tepki enerjisini üretmek için kullanılan "stres hormonları" olarak adlandırılan kimyasalları salgılar. Bu durumlarda enerji, kas ve beyin dokularında yönlendirilir. Bağışıklık sisteminin belirli hücreleri (akyuvarlar) daha etkin hale gelir.
Kronik Stres yanıtı: Kişilerde sürekli akut stres yanıtları olduğunda kronik stres durumu oluşur. Zamanla damarların hasarlanması ve kalp hastalığına neden olabilir. Örneğin artan kan basıncı gibi vücutta sürekli değişiklikler olabilir. Kronik stres sonucunda stres hormonlarının sürekli artışı enfeksiyonların da oluşma riskine yol açar. Bu da bağışıklık sisteminin ve beyaz kan hücrelerinin bastırılmasına neden olabilir.
 Psikososyal yardımlar başta olmak üzere stresle başa çıkmak için çok farklı stratejiler vardır. Bazı ilaçlar da belirli bozuklukların neden olduğu stresi azaltmada yardımcı olabilir. Eğer stresle başa çıkma konusunda yardıma ihtiyacınız varsa, doktorunuza görüşmeniz yerinde olacaktır.

0 yorum

Ruh Haliniz Ellerinizden Anlaşılıyor

Son zamanlarda tek rahat ettiğiniz alan evinizse, eviniz dışındaki hayatı kontrol edemediğinizi hissettikçe geriliyorsanız, üstelik evde aile bireylerinin dokunduğu eşyalara dokunurken bile sürekli temiz mi endişesi yaşıyorsanız dikkat edin; takıntılı olmaya başlamış olabilirsiniz…

Halk arasında takıntı hastalığı olarak bilinen Obsesif Kompulsif Bozukluğu Hisar Intercontinental Hospital Psikiyatri Bölümü Uzmanı Dr. Bilal Ersoy’la konuştuk... Obsesif Kompulsif Bozukluğun takıntılı düşünce ve bunları bertaraf etmeye yönelik takıntılı davranışların anksiyetenin şekil değiştirmiş biçimleri olarak karşımıza çıktığını dile getiren Uzm. Dr. Ersoy; ‘Kişi bu ısrarlı düşünceleri kendi zihninin ürünü olarak görür, ancak bu düşüncelerin mistik, davranışların törensel bir tarafı vardır. Nadiren farkındalık yoktur, çoğu hasta takıntılı düşüncelerini ve davranışlarını “abartılı” veya “saçma” bulur.’ diye konuştu.

Gereğinden Fazla Temizlik Yapıyorsanız Dikkat Edin!
Takıntılar çok farklı biçimlerde ayrı ayrı veya bir arada bulunabilir. En sık görülen saplantılar bulaşma-kirlilik takıntılarıdır. Eşyaların, ortamın veya insanların kirli olduğu, temasa geçildiğinde bu kir veya mikrobun kendisine ve yakınlarına bulaşabileceği endişesi yaşanır. Bulaşma-kirlilik takıntısında eller anahtar bir rol oynar. Çünkü dış dünyaya ve diğer insanlara en çok ellerimizle temas ederiz. Öte yandan ellerimiz, sürekli gözümüzün önündedir. Bu tür takıntıları olanlar için ellerin hijyeni, tırnakların uzunluğu, başkalarının ellerini ne kadar temiz tuttukları çok önemlidir. Bulaşma ve kirlilik saplantısı olanlar, bunaltı yaratan düşünceleri yatıştırmak için zorunlu bir biçimde temizlik yapar, yıkanır veya bu durumlardan kaçındığını düşünerek umuma açık yerlerde ortak kullanılan eşyalara dokunmaz. Kapılar, koltuklar, kalemler, para, kısaca birçok elin değdiği şeylere dokunmaktan kaçınırlar. Mecburen dokunduklarında, ellerini kolonyalı mendille veya yıkayarak temizlemek isterler. Evin dışındaki hayat, kontrol edilemediğinden tekinsizdir, kendilerini en çok evde rahat hissederler. Hem evi hem de aile bireylerini kendi temizlik şartlarına uydurmaya çalışırlar. Bazıları için temizlik takıntısı dayanılmaz hale gelmiştir. Dışarıdan eve gelen herkesin derhal banyoya gidip kıyafetlerini çamaşır makinesine atmasını ister. Evdeki en küçük dağınıklığa veya kırıntıya tahammülleri yoktur. Sıkça temizlik yaparak kendilerini yorarlar. Sıvı sabun, çamaşır, bulaşık deterjanı gibi “hijyenik” maddeler normalin üzerinde kullanılır. Kıyafetler ve çarşaflar sıkça yıkanır. Sürekli su ve kimyasallarla temasta olduklarından ellerde egzama, çatlama, yıpranma, buruşma gözlenebilir. Kısaca bu hastalığa sahip olanların elleri çabuk yaşlanır. Saplantılar şiddetliyse bazen kişi temizlik dışında başka bir şey yapamayacak hale gelir.

Tedbirli misiniz? Kontrol delisi mi?
Kuşku-emin olamama diğer sık görülen obsesyonlardandır. Bunun yarattığı sıkıntıyı yatıştırmak için kapı kilidi, ocak, pencereler defalarca kontrol edilir. Kimi hastalar yaşam alanlarındaki her şeyin simetrik olması veya belirledikleri bir düzen içinde kalması için uğraşır. Bazen istifleme olarak adlandırılan biriktirme davranışı aşırıya kaçabilir.

Herkesin Saplantısı Vardır; Önemli Olan Bunlara Saplanıp Kalmamaktır!
Çoğumuzun zihninde, sıklığı ve şiddeti değişen irili ufaklı saplantılar bulunur. Ancak obsesif-kompülsif bozukluğu olanlar bu takıntılarla boğuşur ve yorulurlar. Takıntılarını fazla takarlar. Hastalık ilerlediğinde başka şeylere zaman ayıramadan gün boyu bu düşünce ve davranışlarla uğraşırlar. Çoğu zaman yapılan bir işin şekli, işlevinin önüne geçer. Örneğin kirlilik takıntıları olan biri için elini belli bir sayıda sabunlamak elini temizlemenin önüne geçer. Veya kıldığı namazın şeklen uygun olmadığını düşünen biri için şekil, ibadetin önüne geçer. Bazı takıntılar o kadar farklı ve mahrem olabilir ki kişi bunları anlatmaktan utanabilir veya çekinebilir. Böyle takıntılar nedeniyle kendilerini ahlaki olarak yargılayıp suçlayabilirler. Bazen bu takıntılar hastaları, diğer sorumluluklarına zaman ayıramayacak biçimde yavaşlatır (obsesif yavaşlık). Hasta iş yerinde veya evde çevresi tarafından eleştirilebilir. Hastalar fark etmeden, takıntılarını diğer kişilere de bulaştırma eğilimindedir. Bu yakın ilişkilerde sorunlara neden olur. Obsesif-kompulsif Bozukluğa, depresyon, tik bozuklukları, yeme bozukluğu, kleptomani, hipokondriyazis (Hastalık hastası) eşlik edebilir. Diğer psikiyatrik durumların birçoğunda olduğu gibi, Obsesif-Kompulsif Bozukluğu olanlar yakınları tarafından eleştirilir ve kınanırlar. Takıntıları kendilerinin yarattığı ve iradeyle bunların üstesinden gelinebileceği kanısı yaygındır.

Obsesif Bir Kişiliğiniz Var mı?
Obsesif kişilikler (hastalık boyutunda olmadığında) genellikle mükemmeliyetçi, ayrıntıcı, düzenli, tutumlu ve inatçıdırlar. Prensiplerinden ödün vermezler. Ciddi ve olgun görünürler. Onurlu ve gururludurlar, yaptıkları iş nedeniyle laf işitmek istemezler. Hata yapmaktan korkarlar, eleştiri yapmayı severler. Bu özellikler hem meslek seçiminde hem de kariyerlerinde önemli rol oynar. Ancak hastalık ağırsa sosyal ve mesleki işlevselliği bozar, o zaman tedavi gerektirir. Tedavisi sabır ve zaman isteyen ruhsal bir hastalıktır. İyileşme yavaş olur. Tedavide hedef takıntıların tamamen değil yeterince geçmesi olarak belirlenmelidir. İlaç tedavisine ek olarak bilişsel davranışçı terapi yöntemleri uzun süreli iyileşme için vazgeçilmezdir.

0 yorum

Klostrofobikler neden Marmaray’ı kullanamıyor?

Asya ile Avrupa’yı denizin altından tünelle bağlayan “Asrın projesi” olarak ifade edilen Marmaray’da yolcu sayısı her geçen gün artarken bir kesim var ki onlar Marmaray’ı hiç kullanamıyor. 

Klostrofobi yani kapalı alan korkusu yaşayan kişiler kapalı alanlarda kaygı ve korkuya kapıldıkları için, bir kısmı boğazın altında bulunan Marmaray’ı kullanamıyor. Üsküdar Üniversitesi Feneryolu Polikliniği Psikiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Uğur Hatıloğlu bu kişilerin korku ve kaygılarını yenmedikleri sürece Marmaray’ı kullanamayacaklarını ifade ediyor.

Hastalığın tedavisinin mümkün olduğunu vurgulayan Hatıloğlu Klostrofobiye ilişkin şu değerlendirmelerde bulunuyor.

“Kapalı alan korkusu nedir?
Kapalı alan korkusu herkeste olabilir. Dar olanlarda kalamama gibi de kendini gösterebilir. Hastalık olarak tanımlamayabilmemiz için bazı kriterlerin olması gerekir. Her kapalı alandan korkanı hasta olarak tanımlamak doğru değil.

Belirtileri nelerdir?
Kişi kendini boğuluyor gibi hisseder, çarpıntı, terleme, bayılacak hissi ve baş dönmesi yaşar. Panik belirtileriyle ortaya çıkması hastalık için ayırıcı olur. Kişi bu durumun birkaç kere başına gelmesiyle korku yaşar ve aynı davranıştan kaçınmaya başlar. Her zaman bir erteleme, alternatif bulma arayışına girer.

Ben böyleyim demek doğru değil!
Kişilerin böyle rahatsızlıkları daha çok beyin MR’ı çekilme, yüksek yerde oturamama durumlarında ortaya çıkıyor. Kişi durumun kişisel özelliğinden kaynaklandığını düşünerek yaşamlarını ona göre planlıyor. Aslında bu bir fobi, kaygı bozukluğudur. Ben böyleyim deyip geçiştirmesi doğru değil.

Kişiler bu hali normalleri olarak kabul eder. Kişisel özellik gibi algılar. Bu korku çocukluktan başlıyor. Birden bire ortaya çıkmıyor. Bir yerlerde kapalı, kilitli kalma gibi hikâyeleri var bu kişilerin. Anne babaları çok evhamlı olan ve bir yerde kitli kalma yaşantısı olan kişilerde görülme sıklığı daha fazla.

Bu kişiler her türlü kapalı alana girmekten çekinirler mi?
Asansör, toplu taşıma araçları, sinema, sınıflar, evin bazı kısımları gibi yerlerde rahatsızlık duyabilirler. Bu kişiler daha çok çıkışa yakın yerleri tercih eder. Sinema salonlarında biletleri kapıya, çıkışa yakın yerler olur. Yanlarında birilerini götürürler. Güvenlik arayıcı davranışta bulunurlar. Güvenlik eşyaları taşırlar. Örneğin bir şişe su, nefes açıcı, mendil ya da bir kişi alırlar.

Klostrofobikler neden Marmaray’ı kullanamıyor?
Asansöre binemeyen kişilerin Marmaray’ı kullanması zor olabilir. Boğazın altında yer alan tüp kısmından geçiyor olmaktan çekinecekler ve kaçınacaklardır. Özellikle son günlerde birtakım aksaklıkların yaşandığı yönündeki haberler de bu kişilerin kaygı ve korkularını daha da artırıyor. Projenin yeni olması ve birtakım aksaklıkların yaşanması ister istemez kapalı alanda kalmaktan korkan kişileri olumsuz etkiliyor. Hafif sıkıntı yaşayanlar binebilir ancak ağır sorun yaşayanlar binemeyecektir.

Marmaray’ı kullanmak mümkün mü?
Kişide kaygı varsa başıma bir şey gelecek diye düşünür hep. Düşündükçe de gerginlik artar ve panik belirtiler ortaya çıkar. Kişi bu durumda kaygısını yenmeye çalışmalı. Dikkatini başka noktaya yönlendirmeli. Örneğin bir kitap okuyabilir, bir şey seyredebilir. Bu durumda doğru nefes almak çok önemli. Kaygıdan ötürü kişilerin nefes alışverişleri bozulabilir.

Hangi durumda ilaç tedavisi şart?
Panik ataklar hayatın vazgeçilmezi olduysa, kişi hiçbir şekilde kapalı alana giremiyorsa, ofis, bürolara giremiyorsa, günü azap gibi geçiyorsa ve de arkadaşlarıyla plan yapamıyorsa kişinin yaşam kalitesi düşecektir. Bu durumda tedavi kaçınılmaz. Kişi bu durumu ertelemeye giriyorsa ileride depresyon, panik bozukluk yaşayabilir.

İlaçsız tedavi de mümkün!
Mutlaka psikoterapi uygulanıyor bu durumda. İşlevselliği çok bozuksa ilaç tedavisi kullanıyor. Her durumda psikiyatrik tedavi de gerektirmeye biliyor. Hafif ve orta durumda olan vakalarda bilişsel davranış terapiyi bilen psikolog ile sorun aşılabiliyor.

Kapalı alan korkusu üzerine giderek geçer mi?
Korku ve kaygının üzerine gidilebilir. Örneğin Marmaray projesini kullanamayan birinin birden Marmaray’ ı kullanması doğru olmaz. Adım adım bu konuda duyarsızlaşmak gerekiyor. Öncesinde daha kısa tünellerden geçilebilir. Ben buradan çıkamazsam, boğulursam…vs. Aksi halde birden korkunun üzerine gidilirse travmaya dönme riski vardır ve giderek de tablo ağırlaşabilir. Benzer durumlarla karşılaştıkça da korku daha da pekişebilir. Ve korku o kişinin yanında arkadaş gibi kalır. Her şeyden kaçınır.

0 yorum

Günümüzde "Yeme Bozukluğu" artıyor!

Yeme bozuklukları gençler arasında bir çığ gibi büyüyor! Kimileri karşı konulmaz bir zayıf olma isteği duyarken, kimileri kontrol edilemez bir şekilde aşırı yemek yiyor, kimileri ise sağlıklı beslenmeyi takıntı haline getiriyor.

KadıköyŞifa Kadıköy Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. Rabia Yurdagül'ün verdiği bilgilere göre, ergenlerde yeme bozukluğu görülme sıklığı yüzde 5 ve bu oran giderek artıyor. Özellikle 15-19 yaşlarındaki yeme bozuklukları nedeniyle meydana gelen ölümler, bu yaşlardaki doğal nedenlerle (kardiyak aritmi, enfeksiyon vb.) ölümlerden 5 kat daha fazla.

Açlık Hastalığı: Anoreksiya Nervosa

Vücut şeklinden aşırı rahatsızlık duyma, karşı konulmaz bir zayıf olma isteği ve özellikle anorektik bireylerde görülen yemek düşünceleriyle aşırı bir zihin meşguliyeti durumu söz konusu. Açlık hastalığı olarak adlandırılan Anoreksiya Nervoza’da besin alımına, kiloya ve zayıflığa karşı aşırı takıntı bulunuyor. Zayıf olunduğu halde (BKİ 17.5 kg/m2'den daha düşük) kişiler kendilerini aynada kilolu olarak görüyor ve daha fazla kilo verebilmek için çok düşük kalorili diyetler uyguluyor veya kendilerini aç bırakıyor. Bu kişilerde amenore (menstürasyonun olmaması), kansızlık, vücut su - tuz dengesinin bozulması, kanda kolesterol ve üre düzeylerinin artışı, karaciğer enzimlerinin yükselmesi, tiroid bezi hormonlarının düşmesi, kadınlarda östrojen, erkeklerde testesteron hormon düzeylerinde azalma sonucu cinsel sorunlar, cilt ve saç sorunları, kilo kaybıyla birlikte beyin kütlesinde azalma ve beyindeki kimyasal reaksiyonlarda değişiklik, kalp atımında azalma ve düzensizlikler oluşuyor, uyuşturucu madde kullanımı, sosyal çevreden kendini soyutlama davranışı, sürekli spor ve ağır egzersiz yapma eğilimleri görülüyor.

Yemekten Suçluluk Duyma: Bulimia Nervoza

Bulimia Nervoza ise psikolojik temelli bir hastalık olup anormal yeme alışkanlığı ile kendini belli eden ve daha sonra kilo almayı önlemek için uygunsuz davranışların (kusma, laksatif ve diüretik kullanımı, aç kalmak, aşırı egzersiz yapmak gibi) sergilendiği bir yeme bozukluğu. Tıkanırcasına yemek yedikten sonra suçluluk duygusuyla yenilen yiyecekleri çıkarma yoluna başvuruluyor. Sürekli kusmaya bağlı elektrolit dengesizlikleri, mide asidinin ağza gelmesi ile diş çürükleri, mide delinmeleri görülüyor. Depresif bozukluklar yanında alkol ve madde bağımlılığı da görülebiliyor.

Tıkanırcasana Yemek Yeme Bozukluğu: Binge Eating Disorders

Tıkanırcasına yeme bozukluğu olarak ifade edilen ve üçüncü tür yeme bozukluğu olarak tanımlanan Binge Eating Disorders, düzenli olarak haftada 2 veya daha fazla aşırı miktarda yemek yeme davranışı ile karakterize bir hastalık. Atak sırasında bu bireyler, kontrol edilemeyen bir şekilde umulmayacak kadar çok yiyeceği kısa zamanda tüketiyorlar ve Bulimik hastaların aksine kusma gibi davranışlar göstermiyorlar. Bu bireylerde duygu durumunda ve ilişkilerde sürekli bir tutarsızlık gözlemleniyor. Günlük enerjinin minimum yüzde 25’ini akşam yemeği ile ertesi sabah arasında geçen sürede alıyorlar. Obezlerin belli bır kısmında tıkanırcasına yeme bozukluğu görülüyor ve çeşitli uyku bozukluklarının gece yemelerine neden olabileceği belirtiliyor.

Sağlıklı Yemek Yeme Takıntısı: Ortoreksiya Nervoza

Son yıllarda Ortoreksiya Nervoza (sağlıklı yemek yeme takıntısı) yeni bir kavram olarak yeme bozukluklarına eklendi. 'Ortho' Yunanca' da 'doğru' ve 'normal' anlamına geliyor. Yani doğru yemek yeme de bir takıntıya dönüşebiliyor. Ortoreksiya Nervoza özellikle büyük kentlerde yaşayan 'beden imgesi' ağırlıklı düşünen takıntılı kişilerin yakalandığı bir hastalık. Her besinin aşırı sağlıklı olması insanı tek boyutlu beslenmeye kadar götürebiliyor ve ilerleyen ölçütlerde Anoreksiya ile karşı karşıya getirebiliyor. Oysaki aşırı derecede takıntı yapmak yerine dengeli beslenme konusunda bilinçli olmak gerekiyor.

Yeme bozukluğu fazla yeme ve devamlı rejim yapma takıntısı şeklinde olduğu gibi kişinin her yediğinin sağlıklı olup olmadığını kontrol etme takıntısı şeklinde de kendini gösteriyor. Bu kişiler için yiyeceklerin saf, katkısız ve işlenmemiş olması oldukça önemli. Bu yüzden bu bireyler pek çok sebze ve meyveyi çiğ tüketiyorlar. Çoğu da vejetaryen oluyor. Kendi bildiklerinin tek doğru olduğuna inanıyorlar ve inandıkları çerçevesinde hareket ediyorlar. Yaşamları, bir sonraki öğünü planlamak, sağlıklı yiyecek satan marketleri dolaşmak, yemek hazırlamak ve yemek gibi bir kısır döngünün içine girebiliyor.

Ortorektik misiniz?

Bu sorulara "evet" cevabı veriyorsanız, ortoreksiya belirtisi gösteriyor olabilirsiniz.

1- Yemek yerken yediklerinizin kalorisine dikkat eder misiniz?
2- Çeşitli yiyeceklerin olduğu bir yerde yiyecek seçmek durumunda kalırsanız kararsızlık yaşar mısınız?
3- Son üç ay içerisinde besinler konusunda endişelendiğiniz oldu mu?
4- Sağlığınızla ilgili endişeleriniz besin seçiminizi etkiler mi?
5- Yemeğinizin sağlıklı olması sizin için lezzetli olmasından daha mı önemlidir?
6- Daha sağlıklı, daha taze besinler satın almak için daha fazla para harcar mısınız?
7- Sağlıklı beslenme ile ilgili düşünceler sizi günde üç saatten fazla meşgul eder mi?
8- Sağlıksız olduğunu düşündüğünüz besinleri yediğiniz olur mu?
9- Sizce ruhsal durumunuz yeme düzeninizi etkiler mi?
10- Besinler içerisinde sadece sağlıklı olanlarını tüketmek kendinize olan güveninizi arttırır mı?
11- Uyguladığınız beslenme tipi yaşam tarzınızı değiştirir mi? (dışarıda yeme sıklığı, arkadaşlar vb. açısından)
12- Sağlıklı beslenmenin dış görünümünüzü daha iyi hale getirebileceğini düşünür müsünüz?
13- Sağlıksız beslendiğinizde kendinizi suçlu hisseder misiniz?
14- Piyasada sağlıksız besinlerin de satıldığını düşünür müsünüz?
15- Son zamanlarda yemeklerinizi özellikle tek başınıza yemeği tercih eder misiniz?

Yeme Bozukluklarında Tedavi

Yeme bozukluklarının tedavisi zordur, profesyonel yardım alınmalıdır. En iyi tedavi yöntemi tıbbi, psikolojik ve beslenme konsültasyonunu içeren kombine bir çalışma ile gerçekleşmektedir. Anoreksiyalı kişi tehlikede olmadığına ve yardıma gerek duymadığına inanır, Bulimialı kişi ise sorunun farkındadır ama tekrar kilo alma korkusu ile tedavi görmek istemez. Tedavi süreci birkaç aydan birkaç yıla kadar sürebilir. Ancak tedaviden sonra da tekrarlayabilmesi hala bir sorun olmaya devam edebilir.

Tedavi sırasında doktor, diyetisyen, psikolog veya psikiyatrdan oluşan multidisipliner bir ekip çalışması başarılı sonucun elde edilebilmesi adına oldukça önemlidir. Bu tür bozukluklarda tekrarlama ihtimali yüksektir. Diyetisyen bireyin beslenme durmunu, bilgi düzeyini, yemek yeme ve yemeğe karşı tutumunu değerlendirerek beslenme programını oluşturup bireyin takibini yaparken diğer ekip üyeleriyle sürekli iletişim halinde olmalıdır.

0 yorum

Ruh eşini internet üzerinden arayanlar

Güvenli içerik ve tehdit yönetimi çözümleri lideri Kaspersky Lab, hayatının aşkını internet üzerinden arayanları uyarıyor. “Ruh eşimi bulayım” derken tatlı tuzakların kurbanı olmamak için bu önerilere göz atmanızda fayda var!

Yalnız geçirdiğiniz “Sevgililer Günü” hala içinizde bir acı mı? O halde, bir sonraki 14 Şubat için şimdiden hazırlıklarınızı yapmaya başlamış olabilirsiniz. Yalnız, bunu internetten yapıyorsanız, bazı riskleri de göz ardı etmemeniz gerekiyor.

Kaspersky Lab uzmanları internetten ruh eşini arayanların karşılaşabileceği bazı tehlikelerin altını çizdi. Evlilik vaadiyle yanaşan birçok dolandırıcı ve diğer belirsiz kişilerin ruh eşini bulmak isteyen insanların duygularıyla oynayacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Çeşitli sanal “tatlı tuzaklar” günümüzde oldukça yaygın; aynı zamanda bir anlık tutkuyla kapana kıstırıldığında kişinin birden bire parasız kalması ya da bilgisayarının çökmesi içten bile değil.

Match.com, Badoo.com ya da Mamba.ru gibi global popüler flört sitelerinin yanı sıra Türkiye’deki aynı amaçlı siteler, dolandırıcıların dikkatinden kaçmıyor. Neredeyse tüm ana diller için geliştirilmiş, popüler flört sitelerinden geliyormuş gibi gösterilen spam e-postalar artık oldukça yaygın. Kullanıcı, bu e-postalardan gelen linkleri tıkladığında, yabancı birgüzelin fotoğraflarını görmek yerine, bilgisayarına yüklenen zararlı bir yazılımla karşılaşıyor.

Üstelik sahte flört siteleri, sadece zararlı yazılım ya da kimlik hırsızlığı gibi sonuçlar doğurmakla kalmıyor; aynı zamanda gafil avlanan kullanıcının parasını da tehlikeye atıyor. 0.30 ile 12 dolar arasında değişen ücretiyle mesaj üzerinden yaş doğrulaması ya da kayıt isteyen tek bir dolandırıcılık e-postası kullanıcının finansal verilerine ulaşım sağlıyor. Ancak, bir kez para harcandıktan sonra hiçbir şekilde geri dönüş olmuyor. Çünkü erişim sağlanabilecek hiçbir içerik bulunmuyor.

EN POPÜLERİ NİJERYA’DAN GELENLER
Yıllar boyunca popülerliğini kaybetmeyen en yaratıcı junk e-postası “sözde” Nijerya’ya özgü spam mesajları olmaya devam ediyor. Gönderilen mektupların romantik yazarları, flört sitelerine kayıtlı potansiyel kurbanları hedef alıyor.

Hikayeler aslında klasik. Bu e-postaları yazdığı “iddia edilen” kız, genellikle uzak, savaş mağlubu Afrika ülkelerinde yaşıyor. Hemen sonrasında, potansiyel damat, nişanlısı olan kızın milyon dolarlık bir servete konduğunu ve kendisiyle bu varlığı paylaşmaya hazır olduğunu öğreniyor. Ancak, gelini ve parasını ülke dışına çıkarmak için, damadın ödemesi gereken bazı yasal hizmetler bulunuyor. Bu taktiklerin gerçekleşebilmesi için uzun süren yazışmalara ihtiyaç oluyor; çünkü çok az kişi bu denli yüksek miktarları hemen ödemeyi kabul ediyor. Potansiyel kurbandan gelen ilk e-postalar bir robot tarafından cevaplanıyor. Ancak dolandırıcılar, ortada bir fırsat olduğunu fark ettiklerinde, yazışmalara müdahale ediyorlar. Kurbanı ikna etmek uzun sürebiliyor. Bu durumda, bireysel yaklaşım ve psikolojiyi bilmek de oldukça önem taşıyor.

“Nijeryalı” gelinlerin aksine, “Rus” gelinlerin hayallerindeki erkekle tanışmaları için tek ihtiyacı olan bir uçak bileti. Tabii ki, bu para dolandırıcılar için kolay lokma sayılıyor.

İnternetteki bu tatlı tuzaklarla ilgili olarak Kaspersky Lab Baş Spam Sorumlusu Tatyana Kulikova, “İnternet, iletişim için bol miktarda fırsatlar sunuyor. Ancak, aşkı aramak için her zaman doğru bir yer olduğu söylenemez. Biz sadece, sizleri internette bekleyen birkaç tatlı tuzaktan bahsettik. Hayal kırıklığından kaçınmak için, şu güvenlik kurallarını uygulayın: Özellikle spam e-postalarında reklamı yapılan, bilinmeyen flört sitelerini ziyaret etmeyin. Bilinmeyen kişilerden gelen e-postaları açmayın; ve eğer şüpheli görünüyorsa, cevap vermeyin.”

0 yorum

'Hayır' diyemeyenlere öneriler

Siz de hayır diyemeyenlerden misiniz? O zaman haberimiz tam size göre. Hayır diyememenin insanlarla kurulan bağın zayıflaması endişesinin bir sonucu olabileceğini belirten Üsküdar Üniversitesi Etiler Polikliniği Psikiyatristi Yrd.Doç.Dr. Alper Evrensel yapısal bir sorun olarak değerlendirdiği “hayır diyememek” hakkında şu bilgileri veriyor.

“Neden "hayır" demekte sorun yaşarız? Kabul etmek ve reddetmek ne zaman öğrenilir? Belli bir yaştan sonra düzeltme ihtimalimiz var mıdır? Hayır diyememek bir hastalık mıdır ve başka psikolojik rahatsızlıklarla ilgisi var mıdır? Yrd.Doç.Dr. Alper Evrensel hayır diyememenin yapısal bir sorun olduğunu ve depresyon belirtisi alabileceğinin altını çizdi.Evrensel yaptığı değerlendirmede şöyle konuştu;

“Hayır” Demek Güçlü Bir İrade Gerektirir
“Çevremizdeki insanlar talepte bulunduğunda bu talebi karşılayıp karşılamamak arasında kararsız kalabiliriz. Hayır demek güçlü bir irade gerektirir. Eğer talebin karşılanamayacağını belirtirsek ilişkinin yara alacağı endişesi duyarız. Çevremizi kuşatan insanların sadece taleplerini karşıladığımızda bizimle iletişimlerini sürdüreceklerini, eğer talebi karşılamaz ve hayır dersek ilişkinin bitebileceğini düşünebiliriz. İnsanlarla kurulan bağın zayıflaması endişesi özellikle bağımlı yapıdaki kişiler için büyük bir endişe kaynağıdır. Bağın sürmesi adına hep evet diyerek sürekli ödün vermek zorunda kalırlar. Sonrasında yaşadıkları mağduriyet nedeniyle çok üzülürler ama bu döngüden bir türlü kurtulamazlar.

Güçlü bir iradenin temelleri çocuklukta atılır. Çocuğun özerklik duygusu kendiliğinden gelişme gösterir. Bu süreçte ana-babasının tutumları bu özerklik eğilimini engelleyecek tarzda olursa çocuk bağımlılaşır. Zira bağımsızlaştığında yani anne babasının beklentileri tersine hareket ettiğinde anne babasını kaybedeceğinden korkar. Eğer anne babası da çocukları kendi istediği gibi davrandığında onu ödüllendirir, davranmadığında da cezalandırırsa bu eğilim pekişir. Çocuk büyüdüğünde anne ve babası ile kurduğu ilişkinin benzerlerini diğer insanlarla da kurmaya başlar. Onları hoşnut etmek için kendisi hoşnutsuz olmayı tercih eder. Sırf o insanlar ilişkiyi koparmasın, surat asmasın, küsmesin diye sürekli kendisinden maddi-manevi ödün verir. Borç istendiğinde geri çeviremez. Yardım talep edildiğinde karşı koyamaz.

“Hayır” Diyememek Hastalık Değil, Yapısal Bir Sorundur
“Hayır” diyememek hastalık değildir; yapısal bir sorundur. Hastalık olsaydı bir ilaç tedavisi ile yok edilebilirdi. Bağımlı yapıdaki kişilerde ortaya çıkan bir sorundur. Depresyonun belirtileri arasında da yer alabilir. Depresyondaki insanlarda inisiyatif kaybı olur. Kolaylıkla yönlendirilebilirler. Cep telefonu dolandırıcıları bağımlı yapıda ve depresyondaki kişileri kolayca ağına düşürebilmektedirler. Bazı tehditlerle korkular uyandırılarak sanki hipnotize edilmiş gibi konutlara uyması sağlanabilir.

“Hayır” ve “Evet” Diyeceğimiz Zamanları Nasıl Ayırabiliriz?
“Hayır” veya evet deme kararı irademizle ilgilidir. İrade her zaman baskı altındadır. Dürtülerin ve aklın yönlendirmeleri karşısında gerçekliği de gözeterek bir karar vermek durumundadır. Bu karar içinde bulunulan şartlara göre netleşecektir. Karar verirken içsel ve dışsal bütün dengeler mümkün olduğunca gözetilmelidir. Karar neticesinde de mümkün olduğunca az çatışma yaşanmalıdır. Bazen içsel-dürtüsel talep çok güçlü olabilir. Normalde çok iradeli, makam mevki sahibi bir insanın kendi nefsinin taleplerine hayır diyemediği de olur. Otokontrol duygusu gelişmiş, özerk, bağımlı olmayan bir yapı ancak çocukluktan itibaren bilinçli anne babanın yardımı ile gelişebilir. Eğer erişkin yaşamda bu sorunlar saptanırsa tedavi ile güçlü bir irade geliştirilebilir.

Tedavi Gerekir mi?
Hayır diyememek eğer depresyondan kaynaklanıyorsa tedavisi ile de ortadan kalkar. Yapısal sorunlar ise ancak terapi ile yok edilebilir. Yıllar boyu hayır diyemediği için depresyona giren kişiler de vardır. Bu kişilerde hem ilaç tedavisi hem de terapi birlikte uygulanmalıdır. Eğer ilaçla depresyonu tedavi eder ve suni bir iyilik hali yakalanır, zemindeki kişilik yapısına müdahale edilmez ise tedavinin ardından yine aynı tablo karşımıza çıkacaktır.

“Hayır” diyemeyenlere 5 öneri
1. Dürtülerinizin (nefsinizin) ne dediğine kulak vermelisiniz.
2. Mantığınızın ve vicdanınızın ne dediğine kulak vermelisiniz.
3. Dış dünyanın ne dediğine kulak vermelisiniz.
4. bütün bu sesleri duyduktan sonra en doğru kararı verip iradenizle bu kararı uygulamalısınız.
5. Eğer kararınız hayır değilse ve içinizde büyük bir sıkıntı hissediyorsanız bir psikiyatristten yardım talep etmelisiniz. “

0 yorum

Ruh Sağlığını Hayat Enerjiniz Koruyor!

Hayat enerjinizi nasıl verimli kullanacağınızı biliyor musunuz? Fizik kanunlarıyla açıklanamayan ve ruh sağlığımız için çok büyük öneme sahip “yaşam enerjisini” enerjisini Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İhsan Öztekin ile konuştuk.

Şehrin gürültüsü, telaşı, iş hayatındaki stres, yetişmeye çalıştığımız işler derken çoğu zaman bir durgunluk, yorgunluk, halsizlik ve isteksizlik alabiliyor bizi. Çoğu zaman etrafımızda duyduğumuz “ “Enerjim düşük, bugün hiçbir şey yapmak istemiyorum.” gibi ifadelerin yaşam enerjimize bağlı olduğunu biliyor muydunuz?

Türkçe “Ki”, Çince “Chi”, Sanskritce'de “Prana”, Parapsikoloji alanında ise “Psi” enerjisi olarak adlandırılan, fiziksel bedenin çok ötesinde bir enerji olan hayat enerjisini, fizik kanunlarıyla açıklanamayan, tanımlanamayan, beyne bağlı bir enerji değil, bütünsel varlığımıza ait bir enerjidir. Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Nöropsikiyatri Hastanesi Uzm. Klnk. Psk. İhsan Öztekin, günlük yaşantıda en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerden olan yaşam enerjimiz için önemli bilgiler veriyor.

Hayat enerjisi ruh sağlığını koruyor!
“Hayat enerjisini insanoğlu gün içinde pek çok şekilde kullanır ve tüketir. Ancak gün içerisinde bu enerjiyi tekrar kendimizde depo ederiz yani bir anlamda kendimizi sürekli şarj ederiz. Ancak çoğu zaman tükenen bedenimizi yeniden nasıl toparlayacağımızı bilemez ve süreci akışına bırakırız. Fakat günlük akışta blokajlar, kesintiler oluşursa hastalıklar ortaya çıkar. Bu sebeple vücudumuzu ve ruh sağlığımızı dengede tutmaya yarayan hayat enerjimizi nasıl yüksek tutacağımızın bilincinde olmamız gerekir.
Hayat enerjisini nasıl açıklayabiliyoruz?

Öncelikle yaşayan her varlıkta bu enerji mevcuttur. Gün içinde bu enerjiyi pek çok şekilde kullanırız, tüketiriz. Ama sistem içinde yaptıklarımızla tekrar bu enerji ile dolarız yani bir anlamda kendimizi sürekli şarj ederiz. İhtiyacımız olan bu enerjinin büyük bir kısmını, bunu matematikleştirecek olursak yüzde 70 kadarını uyuduğumuz sırada alırız.

Hayat enerjisini nasıl kullanıyoruz?
Hayat enerjisini her an kullanırız, sabahtan akşama kadar düşünürken bile bu enerjiden tüketiriz. Bu enerjiye sahip olduğumuz sırada sıkıntı, dert bizim için anlamını yitirir. Her şeyi yapabilecek güçte ve heveste oluruz. Hayat enerjisi az olan insan üşenen, keyifsiz, isteksiz dolayısıyla tembel insan olur. En basit olaylar, eylemler bile bu kişiler için aşılamaz, halledilemez dertler olarak algılanır. Hayattan zevk almaz, evden çıkmak istemez. Kişiler hayat enerjisini iyi kullanamaz, kendilerini şarj edemez noktasına geldiklerinde depresyona girerler.

Hayat Enerjimizi Yüksek Tutmak İçin Neler Yapmalıyız?
Etrafımızdaki insanların o günkü duruşlarından, beden dilinden bu enerjiye ne kadar sahip olduklarını anlayabiliriz. Bu enerji vücutta belli meridyenler üzerinden akarak vücudun tamamına kozmik bir enerji sağlar. Bu akışta blokajlar, kesintiler oluşursa hastalıklar ortaya çıkar. Blokajları ortadan kaldırıp akışı sağlamak için biyoenerji, reiki, akaapunktur gibi tedavi teknikleri uygulanabilir. Bu sebeple iyi, kaliteli bir uyku hayat enerjisi ile dolmamız için önemlidir. Gün içinde yaptığımız eylemlere bağlı olarak da yaşam enerjisi ile dolmamız mümkündür. Anda kalarak, coşku ve istekle yaptığımız her şey bizi yaşam enerjisi ile şarj eder.

Ki enerjisi soluma refleksi ile bedene girer. Ama bu size bu enerjinin havanın içinde olduğunu düşündürmesin çünkü havanın içinde değildir. Ki enerjisi bir tür etherik enerjidir. Bu enerjinin ana kanalı nefestir. Aldığımız doğru nefeslerle her an kendimizi bilinçli bir şekilde Ki enerjisi ile doldurmamız mümkündür. Bedene burun yolu ile alınarak giren Ki, önce bir baston gibi yukarı sonra da iki kanaldan omuriliklerimizden geçerek birinci çakramıza gelir. Bu sebeple birinci çakramızın (kök çakra) hep açık olması, mıknatıs gibi bu enerjiyi çekmesi önemlidir.

Yaşam gücü enerjisinin bedende çakralar adı verilen bir dizi enerji merkezi boyunca hareket ederler. Hepimiz kuyruk sokumundan kafanın tepesine kadar 7 enerji merkezine sahibizdir. Çakralar gözle görülmeyen güçlü elektrik alanlarıdır.

Çakralardan biri ya da daha fazlası tıkanmışsa veya dönüşü yavaşlamışsa yaşam enerjisinin dolamayacağı söylenir. Bunun sonucunda da hastalıklar ve yaşlılık ortaya çıkar. Bu sebeple çakralarımızın açık ve hızlı dönüşü yaşam enerjimizi iyi kullanabilmemizin şartlarından biridir.

Hayat enerjimizi hızlı tüketen bazı dikkat etmemiz gereken durumlar vardır. Bunları sanki yaşam enerjimizi çalan kaçaklar olarak düşünebilirsiniz.

1. Olumsuz duygu ve düşünceler (öfke, aşırı sinirlilik, stres, üzüntü, korku, kaygı, kıskançlık, değersizlik hissi, özgüven eksikliği v.s.)
Prof. Dr. İhsan Öztekin
2. Uyumsuz ilişkiler (aile ilişkileri, arkadaşlıklar, evlilikler)
3. Yalnız kalmak, sosyal ortamlara girmemek
4. Oksijeni yetersiz ortam
5. Düzensiz uyku
6. Yetersiz veya aşırı beslenme

Bunların dışında yaşanabilecek bazı olumsuzlar karşısında şunları yapabiliriz.

*Öfkemizi kontrol altına almayı öğrenmemiz önemlidir. Öfkelenmeye başladığımızı hissettiğimizde derin nefesler alarak kendimizi sakinleştirebilir.
*Bir ölüm haberi duyduğumuzda olana direnmemek, olanı olduğu gibi kabul etmek önemlidir.
*Öyleyse hayatımızın coşkulu, huzurlu, keyifli akışı için yaşam enerjimize sahip çıkmayı ve iyi kullanmayı öğrenmeliyiz.
*Örneğin, spor yapmak, kitap okumak, açık havada yürüyüş yapmak, çıplak ayakla toprağa basmak, yıkanmak, denize girmek, müzik dinlemek, ilim/bilim öğrenmek, birilerine yardım etmek, gönüllü veya karşılık beklemeksizin birilerine yardım etmek, meditasyon yapmak, dua etmek, ibadette bulunmak veya hoşunuza giden hobiniz ile vaktinizi geçirmek de size enerjinizi güçlendirmek veya bedeninizdeki dolaşımını geliştirmek için tavsiye edilebilir.

0 yorum

Bahar depresyonuna yakalanmayın!

Bahar yüzünü gösterdi, yaz aylarının yaklaştığının sinyallerini verdi. Ama kimileri için özellikle bugünler yorgun ve mutsuz geçiyor. Eğer kolunuzu kaldıracak enerjiyi bulamıyor, uykusuzluk yaşıyor ve kendinizi çok mutsuz hissediyorsanız dikkat edin. Çünkü bahar depresyonuna yakalanmış olabilirsiniz. 

Liv Hospital'dan Uzman Klinik Psikolog İrem Can Esenkaya bahar depresyonunu ve nasıl atlatılacağını anlattı.

Bahar depresyonu nedir? Bahar mevsimi nasıl bir etki yapıyor?
Bahar depresyonu, baharda başlayan ve her sene aynı zamanlarda görülen bir depresif duygu durumudur. Bu duruma bahar depresyonu denilmesinin sebebi hep aynı mevsimde tekrar etmesidir. Bahar mevsimi insanların zihninde hep olumlu olaylarla eşleşmiştir. Fakat bahar depresyonu yaşayan kişi yaşadığı olaylar olumlu olsa dahi kendini depresif hissedebilir.

Bahar depresyonunun belirtileri nelerdir?
Kaygılı ve endişeli olmak, uyku bozuklukları, asabilik, telaşlı olmak, kilo kaybı, iştah kapanması veya açılması ve artan cinsel istek bahar semptomlarının arasında sayılabilir. Bu semptomlara önceden zevk alınan aktivitelerden zevk almama ve işlevsellikte düşüş de eklenebilir. Bahar depresyonu yaşayan kişi, okula ya da işe gitmekte sıkıntı yaşayabilir.

Bahar depresyonu ciddiye alınmalı mı? Kişi ne zaman uzmana başvurmalı?
Kaygılı ve endişeli olma durumu, uyku bozuklukları, asabilik, telaşlı olma gibi semptomlar iki haftadan fazla sürdüğü takdirde, bir uzmanla görüşmek, bu sıkıntıları yaşayan kişi için koruyucu olacaktır. Çünkü araştırmalar bize depresyonun tedavi edilmediği takdirde tekrarlama şansının arttığını göstermektedir. Bununla beraber, yaşadığınız sıkıntıların başka bir psikiyatrik hastalığın habercisi olup olmadığını öğrenmek de önemlidir. Özellikle ailede psikiyatrik rahatsızlığı olan başka akrabalar varsa daha dikkatli olunmalıdır.

Ciddiye alınmalı mı?
Kesinlikle. Çünkü yaşanan bahar depresyonu, psikolojik bir sebepten kaynaklanabileceği gibi, tiroid hormonları düzensizliğinden de kaynaklanıyor olabilir. Sebepler arasında bir ayırıcı tanı yapmak için de işinin ehli bir uzmandan yardım almak önemlidir.

Bahar yorgunluğunu yenmek için öneriler
• Günün uzamamasından ve güneşin daha erken doğmasından faydalanıp erken kalkın. Uyku hijyeninizi korumaya, yani her gün aynı saatlerde yatıp kalkmaya özen gösterin.

• Güne taze besinlerle başladığınız bir kahvaltı şekeri dengelediği için ani ruh hali değişimlerini engelleyecektir.

• Daha aktif olun. Günde 30-4- dakika egzersize ayırın. Bunu yapamadığınız zamanlarda, otobüse 2 durak sonra binip, 2 durak erken inmek, bakkala markete giderken arabaya binmek yerine yürümeyi tercih etmek gibi küçük günlük aktivitelerden faydalanın.

• Paketli gıdalar yerine taze sebze, meyve tüketimine özen gösterin.

• Bahar mevsimi hep olumlu yaşam olayları ile eşleştirilir. Fakat bahar ayları da hayatımızın diğer ayları gibi hem olumlu hem olumsuz olayları beraber yaşayacağımız bir ay olacaktır. Bir olumsuzluk ile karşılaştığınızda “baharda herkes mutluyken bile bana böyle oldu” demek yerine, “hayatımda bir sürü olumlu ve olumsuz olay oldu, hepsi gibi bu da geçecek” düşüncesi, size olaylar karşısında kontrolde olma hissi sağlar ve daha iyi hissetmenize yardımcı olur.

0 yorum

Özgüven eksikliği kabızlığa neden oluyor

Çağın en büyük sorunu haline gelen kabızlığın altında yatan sebepler, sadece beslenme düzensizliği ya da fiziksel bir hastalık olmayabilir. Kronikleşen ve tüm tedavi yöntemlerine rağmen geçmeyen kabızlık, gelecek endişesi ve özgüven eksikliğinin sonucu oluşabiliyor.

Kendisini sınırlı gören, hayatında yenilikten korkan, geçmişe takılı kalıp yaşayan kişilerde kronik kabızlık sorunun sık görüldüğünü söyleyen Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi Beslenme ve Diyet Uzmanı Arzu Gökmen, kabızlıkla ilgili şu bilgileri verdi:

Kabızlık veya konstipasyon, bağırsak hareketlerinin yetersiz olması (haftada 3 kez veya daha az sayıda) veya bağırsak hareketlerinin yüzde 25'inden çoğunda görülen dışkılama güçlüğüdür.

Kabızlığa neden olan fizyolojik ve çevresel nedenlerin yanında, psikolojik nedenler de bu sorunun çözülememesi ve kronikleşmesine neden olan etmenlerdir.

PSİKOLOJİK BOYUTLARI ELE ALINMALI
Genel olarak bakıldığında, kabızlığın fizyolojik nedenleri dikkate alınarak çeşitli tedavi yaklaşımları uygulanır. Hastayı ilk olarak bir gastroenterolog görür, gerekli tetkikler yapılır ve medikal tedaviye başlanır. Daha sonra bir diyetisyen kontrolünde kabızlık için olmazsa olmaz olan diyet tedavisi uygulanır ve hasta takibe alınır. Gerekli koşullarda bitkisel tedaviden de yararlanılarak hasta tedavi edilir.

Ancak çoğu zaman kişi, en uygun medikal tedavi ve diyet tedavisini almasına karşın, kabızlık problemi çözülemeyebilir. İşte tam da bu noktada üzerinde durulması gereken önemli bir diğer konu, kabızlığa neden olan altta yatan psikolojik durumun ne olduğudur. Hastalığın psikolojik boyutu da değerlendirilerek, tedavi yöntemleri belirlenmelidir.

GEÇMİŞTE YAŞAMAK KABIZ YAPIYOR
Beslenme tedavisi ve medikal tedavinin yanında bir de kabızlık yapan duygu ve düşünceleri değiştirmek gerekir. Kabızlığa zemin hazırlayan duygu ve düşünceleri şöyle sıralayabiliriz;

• Kişinin kendisini çok sınırlı görmesi kabızlık sebebi olabilir. “İşte ben bu kadarım, daha fazlası elimden gelmez” gibi düşüncelerini net bir şekilde değiştirmesi gerekir.
• Bir şeyi bırakırsam yerine yenisini koyamam düşüncesi de kabızlık sebebi olabilir. Kişiyi mutsuz ettiği halde işinden, parasından, eşyasından vazgeçememesi kabızlığa yol açabilir.
• Geçmişte yaşamak, geçmişten ayrılamamak.
• Kişinin kendisine artık zarar veren, ona iyi gelmeyen birisini hayatından çıkarma cesaretini gösterememesi
• Yeni bir şey denemekten, hayatına yeni bir şey girmesinden korkmak.
Beslenme ve Diyet Uzmanı
Arzu Gökmen
• Gelecek endişesi de nedenler arasındadır.

EVDE İŞE YARAMAYAN EŞYALARI ATIN
Siz zihninizdeki işe yaramayan duygu ve düşüncelerin gitmesine izin verirseniz, size hiçbir fayda sağlamayan eşya ve kişilerden kurtulursanız, bedeniniz de buna uyum sağlayarak, içinde işine yaramayan her şeyi dışarı bırakacaktır.

Bir süre kendinizle baş başa kalın, kendinizi dinleyin. Zihninizde böyle duygu ve düşünceler var mı diye kendinizi sorgulayın. Eğer bu tip inançların olduğuna kanaat getirmişseniz iş başına geçin. Evinizde yıllardır birikmiş ve işe yaramayan eşya varsa dağıtın veya atın. Bitmiş ilişkileri içinizde tutmayın, kalbinizden atın.

Size katkısı olmayan, aksine size kötü geldiğini düşündüğünüz ilişkilerinizi sonlandırın. Geçmişle vedalaşın ve yüzünüzü her zaman geleceğe çevirin. Anı yaşayın. İçinde bulunduğunuz andan zevk alın. Zihniniz ve yüreğinizi özgürleştirirseniz bedeniniz de özgürleşecektir.

0 yorum
 
Support : Copyright © 2011. saglik8.blogspot.com - All Rights Reserved
Kafes kuşu | Radyomevlana | Yiğit CAMCI