işü
Son yayınlanan yazılar
print this page
Son yazılar

Bu Uyarıları Dinleyin, Kanserden Uzaklaşın

Kanserin sanayileşmeye paralel artan bir hastalık olduğuna dikkat çeken uzmanlar, işlenmiş gıdaların, fast food tüketiminin, hareketsiz yaşamın, mevsimsiz sebze meyve tüketimi ve pişirme yöntemlerinin hastalığın yaygınlaşmasına davetiye çıkardığını belirtiyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Gülay Hamzaoğlu Öztürk, sadece beslenmeye dikkat ederek kansere karşı önemli ölçüde önlem alınabileceğini ifade etti "PİŞİRME YÖNTEMLERİNE DİKKAT" "Kanserden korunmada öncelikle mutfağınızı düzenleyin" diyen Öztürk, "Bundan kasıt, pişirme yöntemlerine dikkat etmeniz. Yiyecek hazırlarken ızgara, buğulama, benmari ve fırında pişirme yöntemlerini kullanmak gerekiyor. Yağsız et tüketmek, tavuk ve hindinin kesinlikle derisini yememek, balık tüketimini artırmak önemli. Güne kızarmış ekmekle mi başlayacaksınız, ekmeği çok kızartmamak hiçbir şeklide yakmamak gerekiyor. Zira gıdaların yüksek ısıya maruz kalması ile Protein yapısı bozulup zararlı Maddelere dönüşebiliyor. Ekmekteki yanmış bölgeler de işte bu zararlı dönüşümü içeriyor. Yine eti mangal yerine normal ızgarada pişirmek bu kapsamda son derece önemli. Bunu kesinlikle alışkanlık haline getirmek gerekiyor" dedi. "KIŞIN Domates VE BİBER YEMEYİN" Sebze ve meyvelerin mevsiminde tüketiminin önemli olduğunu kaydeden Öztürk, "Tüm sebze ve meyve gruplarının hangi mevsimde yetiştiğini öğrenin ve alışverişinizi bu yönde düzenleyin. Mevsimi dışında yer alan gıdalarda ilaç ve Hormon gibi maddelerin kullanımı vücudumuza geçiyor ve bu da risk oluşturuyor. Çocuklarda son dönemlerde artan hızlı ergenliğe giriş bunun bir göstergesi. Kışın domates ve biberden vazgeçemiyor iseniz, kendinize bir derin dondurucu temin edin ve yaz mevsiminden içini mevsim sebzeleri ile doldurun. Kışa Sağlıklı hazırlık yapın. Salam, sucuk, sosis gibi koruyucu madde kullanımı gerektiren gıdaları mutfağınızdan uzaklaştırmanız gerekiyor. Ancak vazgeçemiyorsanız uygun koşullarda ve hiçbir katkı maddesi kullanmadan kasabınıza sadece sizin tüketebileceğiniz ölçülü miktarlarda sucuğunuzu hazırlatabilirsiniz" diye konuştu. "ANTİOKSİDAN ÖZELLİĞİ YÜKSEK GIDALARI TERCİH EDİN" İnsan vücudunun yoğun çalışma ortamında stres altında olduğunu hatırlatan Diyetisyen Öztürk, "Bu nedenle vücudun savunmasını sağlaması için ona göre beslenmek çok büyük önem taşıyor. Antioksidan özelliği yüksek gıdalar savunmayı artırmaya yardımcı oluyor. Bu kapsamda mevsiminde domates, havuç, Limon, zencefil, Sarımsak, koyu yeşil yapraklı sebzeler ve tahıllara soframızda daima yer vermemiz gerekiyor. Yeterli ve dengeli beslenmeyi bir alışkanlık haline getirmek ve tüm yaşantınız boyunca sürdürmeniz önemli. Çeşitli ve renkli sebze-meyvelerin tüketimi kanserle mücadelede son derece büyük rol oynuyor. Tüm besin gruplarından her Gün ve dengeli bir şekilde faydalanmak gerekiyor. Kefir, probiyotik yoğurt, çiğ sebze, soğan ve bazı kök Bitkilerin tüketimine önem vermek, bunları tüketmeyi unutmamak şart. Kanser ile mücadele ve sağlıklı yaşam fazla kilolardan kurtulmak şüphesiz son derece önemli. Zira aşırı kilolar başta meme kanseri olmak üzere, kalın bağırsak, rahim, yemek borusu, böbrek, pankreas, prostat ve yumurtalı kanseri ile çok yakın ilişkili olduğundan kilo vererek kanser riskini belirgin şekilde azaltmak mümkün. Ancak kilo verirken bilinçsizce yapılan diyetler de bir o kadar kansere davetiye çıkarıyor" diye konuştu. "HAREKET ŞART, GÜNDE 2 LİTRE Su İÇİN" Hareketsiz bir yaşantının hastalıklara davetiye çıkardığını ifade eden Öztürk, "Zira vücutta yağ oranı artış gösterirken, kanser hücreleri de yağlı bir ortamda daha fazla faaliyet gösterme eğilimine sahip oluyor. Dolayısıyla hareketsizliğe son vermek gerekiyor. Egzersiz yapmak, tempolu yürüyüş ve haftada en az üç kere yapılacak yaklaşık yarım Saatlik spor hastalıklarla mücadelede ve sağlıklı yaşantıda önemli. Düzenli egzersiz yapanlarda özellikle meme, kalın bağırsak, rahim ve Prostat Kanseri daha az görülüyor. Günlük önerilen su tüketimine uymaya özen göstermek gerekiyor. İş yaşantısı ve sosyal yaşantının yol açtığı fazla çay ve kahve tüketimi su alımını engelleyici faktörler. Bu tür içeceklerden gelen Sıvı, günlük su ihtiyacını karşılamıyor aksine vücuttan su atımını hızlandırıyor. O nedenle Suyu su olarak içmemiz gerekiyor. Ancak şunu bilin ki, her şeyin fazlası zarar. Yani günlük 2-2,5 Litre su tüketiminin üzerine çıkmak da faydalı değil aksine zararlı" şeklinde konuştu.(İHA)
0 yorum

Her Karın Ağrısı Masum Değil

Karın boşluğundaki Aort damarlarının genişlemesi sonucu oluşan Abdominal Aort Anevrizması, sinsi seyrediyor ve belirti vermiyor. Genişleyen damarlar fark edilmezse patlıyor ve ölümle sonuçlanabiliyor. Marmara Üniversitesi, Pendik Eğitim Araştırma Hastanesi, Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof.Dr. Selim İsbir, hastalığın daha çok 60 yaş üstü sigara içen Hipertansiyonu olan erkeklerde gördüğünü kaydetti. Prof.Dr. İsbir, hastaların büyük çoğunluğunun anevrizma patladığı zaman bu hastalıktan haberdar olduklarını vurgulayarak, ''Çok az sayıda hastada öncesinde karın ve bel bölgelerinde ağrı ortaya çıkar ki bu belirtiler hastalığa özel belirtiler değildir. Kanımca toplumda yeterince bilinmemesinin en önemli nedeni hastalığa özel bir belirtisinin olmaması vede aort damarının bu süreçte sinsice büyümeye devam etmesidir" dedi. Prof.Dr. İsbir, anevrizma patlamadan önce hastada karın ağrısının en sık karşılaştıkları belirti olduğunu ifade ederek, ''Damarın patlaması ve karın boşluğuna kanamanın başlaması ki halk arasında "iç kanama" olarak da isimlendirilir ani tansiyon düşmesi ve buna bağlı belirtiler ortaya çıkar. Eğer hasta şanslı ise kanama kendi kendini sınırlar ve hasta bu ameliyatın yapılabileceği Kalp Damar Cerrahisi merkezi olan bir hastaneye ulaşabilirse kurtulma şansı olabilir. Ama çoğunlukla bu tablo aksi yönde gelişir ve hastalar anevrizma patladığında hayatlarını kaybederler. Anevrizması patlayan ve hastaneye ulaşan hastalarda ise aşırı kan kaybına bağlı böbrek yetmezliği, eğer altta yatan bir kalp hastalığı mevcut ise kalp krizi ve hatta felç ortaya çıkabilmektedir'' diye konuştu. Prof.Dr. isbir çoğunlukla karın ağrısı ile başvuran hastalarda basit bir ultrasonografi ile tanı konulduğuna dikkat çekerek, ''Çoğunlukla karın ağrısı ile başvuran hastalarda basit bir ultrasonografi ile tanı koymak mümkündür. Karın ağrısı yapan diğer hastalıklarla karıştırmak mümkündür. Ancak karın ağrısı ile beraber hastalarda bir şok tablosu da olduğundan akla abdominal aort anevrizması gelmelidir'' dedi. Hastalığın genetik yatkınlığı olduğunu belirten İspir, ailesinde anevrizma öyküsü olanlarda daha sık görüldüğünü ifade ederek, "Ayrıca damar sertliğine bağlı (kireçlenme) kalp hastalığı olanlarda daha sık görülür. Bu noktada yüksek tansiyon, sigara ve erkek cinsiyet en önemli risk faktörleridir. Patlayan anevrizmalarda hastanın en kısa sürede bu ameliyatların yapılabileceği " Kalp Damar Cerrahisi" merkezlerine yönlendirilmesi gerekir. Hastaya Sıvı ve kan desteği yapılmalı ve eğer merkez "endovasküler " tedavi yapabiliyor ise süratle bu tedavi uygulanmalıdır. Endovasküler tedavide kasık bölgesinden "endovasküler greft" adını verdiğimiz bir stent anevrizmanın olduğu aort bölgesinde yerleştirilir ve kanama durdurularak anevrizma tedavi edilir. Ancak her hasta bu yöntem için uygun olmayabilir bu takdirde klasik cerrahi yöntemle karın bölgesinden yapılan bir ameliyatla anevrizma bölgesine bir suni damar yerleştirilir" dedi. ENDOVASKÜLER TAMİRLE DENEYİMLİ MERKEZLERDE ÖLÜM ORANI YÜZDE 0'DIR Prof.Dr. Selim İsbir, endovasküler tamirin son yıllarda hastalığın tedavisinde çok önemli bir yenilik olduğunu ve hastaların hayatta kalma oranını büyük bir oranda artırdığını kaydetti. İsbir, şunları söyledi: ''Abdominal aort anevrizmalarına yönelik açık cerrahi yöntem olarak adlandırdığımız yöntemde eğer hasta anevriması patlamadan tanısı konmuş ve de Ameliyata alınmış ise Ameliyat esnasında ölüm oranı yüzde 5-6 civarındadır. Bu rakam endovasküler teknikte yüzde 1 civarında hatta deneyimli merkezlerde yüzde 0'dır. Anevrizması patlayan hastalarda açık cerrahi yöntemde bu oran yüzde 15-20 lerdedir. Endovasküler Tamir yönteminde, özel bir stent kasıktan katater yardımı ile anevrizmanın içine yerleştirilmekte ve anevrizmayı devre dışı bırakmaktadır''. ENDOVASKÜLER TAMİR HER MERKEZDE YAPILMIYOR Prof.Dr. Selim İsbir, abdominal aort anevrizması tamirinin her merkezde yapılamadığının altını çizerek, ''Abdominal aort anevrimalarına yönelik endovasküler tedavi Ameliyathane şartlarında kalp damar cerrahları, girişimsel radyoloji uzmanları, kalp damar cerrahisi Anestezi uzmanları,deneyimli teknisyenler ve hemşirelerden oluşan geniş bir ekiple tedavi edilirler. Bu ameliyathanelerde greftin yerleştirilmesi esnasında Anjiyografi cihazı adı verilen görüntüleme cihazının olması gerekmektedir. İşlemin ameliyathane şartlarında yapılması özellikle enfeksiyonun önlenmesi vede işlem sırasında stentin yerleştirilememesi durumunda açık ameliyata geçilmesi durumunda önemlidir. Ülkemizde ameliyathane ortamında anjiyografi cihazı bulunan Kalp Damar Cerrahisi merkezlerinin sayısı oldukça azdır. Çoğunlukla kardiyoloji ve radyoloji bölümlerinin anjiyografi laboratuarlarında yapılmaktadır ki bu durum kanımca risk taşımaktadır'' dedi. Prof.Dr. Selim İsbir, tarama için kalp damar cerrahisi merkezlerine başvurulması gerektiğini, sonrasında radyoloji bölümlerinde yapılan ultrasonografi ve detaylı tomografik incelemler ile tanı koymanın mümkün olduğunu sözlerine ekledi.(İHA)
0 yorum

Cildin Yaşlanmasına Engel Olunabilir mi ?

Memorial Antalya Hastanesi Dermatoloji Bölümü'nde görevli Uzman Dr. Oya Ermiş, yaşlanmış cildin kuruduğu, pullandığı ve kalınlaştığını belirterek, "Ciltte çiller, güneş lekeleri, damarlar ortaya çıkar. İleri yaşlarda yaşlılık lekeleri belirir. Alında, kaş arasında ve yanaklarda mimik çizgileri kendini gösterir. Özellikle göz çevresinde ince çizgi ve kırışıklıklar; dudak üzerinde çizgiler ortaya çıkar. Ayrıca, ciltte morarma ve kanamalar daha kolay oluşur" dedi. PRP YÖNTEMİ Yaşlanmış bir cilde ait bu görüntülerin PRP, Lazer, peeling, mezolifting ve roller gibi yöntemlerle ortadan kaldırılabileceğini vurgulayan Dr. Oya Ermiş, "Kişinin kendi kanının yine kendi vücuduna enjekte edilmesiyle gençleşmeyi sağlayan PRP yöntemi kozmetik dermatolojide ortalama 2-4 hafta aralıklar ile yapılan 3-4 seanslık uygulamadır. Vücuda herhangi yabancı Madde veya ilaç vermeden tamamen doğal bir gençleşme sağlar. PRP sayesinde ilk seanslardan itibaren öncelikle cildin kuru ve mat görünümünde düzelme başlar. Takip eden uygulamalar ile kırışıklarda hafifleme, cildin elastikiyetinde artma gözlenir" dedi. Güzellik ve estetik kaygılarına yol açan güneş lekeleri, doğumsal lekeler ve çiller, dövmeler, yara ve sivilce izleri, doğum ya da kilo alıp verme sonrası oluşan çatlak, kırışıklıklar, istenmeyen tüyler, deride gevşeme ve sarkmalar lazer dokunuşları sayesinde başarı ile tedavi edilebildiğini kaydeden Dr. Oya Ermiş, şunları söyledi: "Derideki yaşlanma belirtilerini engellemek için kullanılan profesyonel yöntemler arasında peeling, soyma ve mikrodermabrazyon (mekanik cilt soyma yöntemi) işlemleri öne çıkmaktadır. Peeling işlemi değişik derinliklerde soyulma sağlayan farklı kimyasal ajanlarla yapılır. Derideki yaşlanma belirtilerinin oluşmasını azaltan peeling uygulaması için en uygun mevsim kış aylarıdır. Yaşlanmayı önlemek için kullanılan kremler daha çok derinin üst tabakasını etkiler. Ancak cildin asıl destek görevini yapan, canlılığını sağlayan ve kozmetik açıdan temel işlevini sağlayan ise dermiş denilen alt tabakadır. Mezolifting (Mezoterapi) tedavisi, yüz, boyun, dekolte bölgesindeki kırışıklıklar için A, C, E vitaminlerinin, derinin bağ dokusunda bulunan Su tutma kapasitesine sahip destek ve gerginliği sağlayan hiyalüronik asitin enjeksiyon şeklinde mikropuntur yöntemiyle çok ince uçlu iğneler kullanarak deri içine uygulanma işlemidir." CİLTEKİ TÜM SORUNLAR İÇİN ROLLER UYGULAMASI Dermapen tedavisinin, üzerinde belli sayıda ve uzunlukta iğneleri olan tıbbi bir Alet ile cilt üzerinde mikrokanallar açılma yöntemi olduğunu belirten Dr. Oya Ermiş, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bu mikrokanallar deri tarafından yara gibi algılandığından deri kendi içindeki büyüme faktörlerini harekete geçirerek cildin yara tamir mekanizmalarını çalıştırır. Oysa gerçek anlamda yara olmadığından üretilen kolojen, hiyalüronik Asit ve kırışıklık giderici etki yaratacak şekilde fayda sağlar. Bu yöntem kırışıklık gidermesinin yanı sıra, hafif, orta derecede çukurluk şeklindeki akne izleri, yanık izleri, cilt lekeleri, göz çevresi kırışıklıkları ve gözaltı morlukları tedavisinde uygulanır." BİRDEN FAZLA YÖNTEM BİR ARADA KULLANILMALI Yaşa bağlı oluşan renk değişikliği, kırışıklık ve sarkmaların tümünün tek bir yöntemle giderilmesinin mümkün olmayabildiğini de söyleyen Dr. Oya Ermiş, "Çoğunlukla birden fazla yöntemin bir arada kullanılması daha etkili olmaktadır. Özellikle hafif ve orta düzeydeki yaşlanma belirtilerinin giderilmesinde, biraz daha derin soyulma sağlayan, kimyasal ve Mekanik cilt soyma işlemleri, Lazerler, PRP ve roller uygulamaları iyi birer seçenektir" dedi.(İHA)
0 yorum

Göğsüm Ağrıyor Acaba Kanser Miyim?


Genel Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Kemal Yandakçı, meme ağrısı yaşayan kadınların genellikle Kanser olduğunu düşündüğünü belirterek, "Kanser hastalarında genellikle meme ağrısı görülmez. Kanser genellikle sert, ağrısız, düzensiz bir kitle ile başlar. Kanserde ağrı ancak hastaların yüzde 15'inde görülür" dedi. Op. Dr. Kemal Yandakçı, ülkemizde kadınların meme, Hemoroid ve kadın doğum muayenelerinden utandığını ve çoğu zaman bu nedenle hekime gitmediğini ifade ederek, "Hekimler için hastaların organları arasında bir fark yoktur" şeklinde konuştu. Op. Dr. Kemal Yandakçı, meme ağrısı, nedenleri ve tedavisine ilişkin şu bilgileri verdi: "Meme ağrısı, kadınların yüzde 70'inin ömrü boyunca bir şekilde karşılaştığı bir yakınmadır. 30-50 yaş arası kadınlarda oldukça yaygındır. Meme ağrısı tek veya çift taraflı olabilir ve meme ağrısını tarif eden kadınların önemli bir kısmı, bu durumun adet düzeniyle ilişkili olduğunu bilerek, bir bulgu olarak kabullenmişlerdir. Ancak yüzde 10-20'lik bir kesim, şiddetli ağrıyı tarif ederek, günlük iş ve cinsel aktivitelerinin kısıtlandığından ve bu durumun kendilerini Depresyona sevk ettiğinden şikayetçidirler. Adet düzeniyle ilişkili olan ağrılar bazen çok şiddetli olabilirler. Meme ağrısı yaşayanların yaklaşık 1/3'ü bu şikayetle doktora başvurma gereği hissetmişlerdir. Adet düzeniyle ilişkili olan ağrıların nedeni henüz kesin olarak bilinmemektedir. Ağrının adet düzeniyle birlikte ortaya çıkması, memelerde şişme, hassasiyet olması ve menopoz ile ağrı şikayetlerinin gerilemesi, kadınlık Hormonu olan östrojen etkisine bağlı olduğuna dair delilleri kuvvetlendirmektedir. Kanser hastalarında genellikle meme ağrısı görülmez. Kanser genellikle sert, ağrısız, düzensiz bir kitle ile başlar. Kanserde ağrı ancak hastaların yüzde 15'inde görülür. Meme ağrıları dört ana grupta sınıflandırılabilir. Bunlar adet düzeniyle ilişkili olan ağrılar, adet düzeniyle ilişkili olmayan ağrılar, göğüs duvarı ağrıları ve göğüs duvarı dışı ağrılardır. 

ADET DÜZENİYLE İLİŞKİLİ OLAN AĞRILAR 

 Genelde 30'lu yaşlardaki kadınlarda sık görülür. Genelde 3-7 Gün süren adet öncesi memede gerginlik, şişme ve hassasiyet şikayeti ile kendini gösterir. Ağrı genelde iki taraflıdır ve hastalar dokunmakla memenin hassas olduğundan da şikayet ederler ve ağrı genelde memenin üst dış bölümünde daha çok hissedilir. Ağrı koltuk altına ve üst kola da yayılma eğilimindedir. Ağrının şiddeti her adet döneminde değişmekle beraber, yıllarca ısrarla süren ağrı olarak tarif edilebilir. Menopoz ile tipik olarak ağrılar ortadan kalkar. Ağır eşya kaldırma ve kolu zorlama gibi fiziksel aktiviteler ağrıda artışa neden olur. 

ADET DÜZENİYLE İLİŞKİLİ OLMAYAN AĞRILAR

 Menstrüel döngüden bağımsız ve hem menopoz öncesi hem de menopoz sonrası kadınlarda gözlenebilen ağrı şeklidir. Ağrı genelde yanma şeklinde tarif edilir. Altta yatan neden hassas bir meme kisti, iltihap, çarpma olabileceği gibi, çoğu zaman ağrıyı açıklayacak bir neden gösterebilmek oldukça güçtür. Genelde çay, kahve, kola, çikolata gibi kafeinli gıda alımı, sigara ve Alkol tüketimi ve stresle ilgilidir.

 GÖĞÜS DUVARI AĞRISI 

 Kas-iskelet sisteminden köken alan ağrı çoğu zaman tek taraflıdır ve ağrının tariflendiği alana baskı uygulamakla ağrı artar. Memede tariflenen bıçak saplanması veya batma tarzındaki ağrılar, çoğu zaman kas-iskelet sisteminden kaynaklanan ağrılar olup bölgenin komşulukları nedeniyle meme ağrısı olarak kadınlarca tariflenmektedir. Bu şikayetlerle başvuran hastalarda sinir kök ağrıları ve kaburga ağrıları da araştırılmalıdır.

 GÖĞÜS DUVARI DIŞI AĞRI 

 Bu grup ağrılar kas-iskelet sistemi dışında safra kesesi taşı veya kalp kökenli ağrıları içermekte olup memede ağrı şikayetiyle başvuran hastalarda batın muayenesi ve kalp ile ilgili hikaye de dikkatle alınmalıdır.

 NE YAPMALI?

 Mutlaka bir genel cerrahi uzmanına başvurarak muayene olmalıyız. Ülkemizde bayanlar meme, hemoroid ve kadın doğum muayenelerinden utanmakta ve çoğu zaman bu nedenle hekime gelmemektedirler. Hekimler için hastaların organları arasında bir fark yoktur. 40 yaş altı bayanların meme muayenesi ve meme USG yaptırmaları, 40 yaştan sonraki bayanlarda ise 70 yaşa kadar her 8 kadından birinde gelişebilecek meme kanser riski nedeni ile yılda bir 70 yaştan sonra iki yılda bir meme USG ve mamografi yaptırmaları gereklidir. Muayene ve tetkiklerinde sorun saptanmayan hastalara kafein içeren gıdaların azaltılması, sigara ve Alkolden kaçınılması, spor yapılması, Sağlıklı beslenme koşullarına uyulması ve stresten uzak durması önerilir. Buna rağmen ağrıları devam eden hastalarımıza ağrı seviyelerine göre ilaç tedavi seçenekleri vardır."(İHA)
0 yorum

Annelerin korkulu rüyası olan Rotavirüs


Annelerin korkulu Rüyası olan Rotavirüs, yılda bir milyondan fazla çocuğun ölümünden sorumlu tutuluyor. Uzmanlar, her çocuğun 5 yaşını doldurmadan Rotavirüs geçireceğini belirtirken, "Rotavirüs, en çok kış aylarında görülen bir hastalık. Tüm dünyada her yıl milyonlarca çocuğu etkileyen bir virüs. Ağır geçirilen hastalık, yüksek ateş yapıyor. Aşırı kusma, şiddetli ishal gibi belirtilerle kendini gösteriyor. Vücutta çok hızlı şekilde Su kaybına yol açtığı için, kaybedilen Sıvı takviye edilemezse ölüme yol açabiliyor" diyor Çocuk Hastalıkları Uzmanı Mesut Özel, antibiyotiğin tedavide yeri olmadığını söylüyor; anne-babalara önemli uyarı ve önerilerde bulunuyor.

 ANİ ATEŞ, ŞİDDETLİ İSHAL VE KUSMA

 Rotavirüs'ün daha çok kış hastalığı olarak bilindiğini ifade eden Dr Mesut Özel, "Rotavirüse bağlı ağır ishaller sıklıkla 3 ay-2 yaş arasındaki çocukları etkiliyor. Yaklaşık 2-4 günlük kuluçka dönemi sonrasında ani yüksek ateşe yol açıyor, aşırı kusma ve şiddetli ishal gibi belirtilerle kendini gösteriyor. Rotavirüs ishallerinde diğer etkenlere ait ishallerden daha fazla Sulu ishal, bulantı, kusma, iştah kaybı, karın ağrısı görülmektedir. Rotavirüs enfeksiyonu sebebiyle hastaneye yatırılan çocukların çoğunluğunda ateş, kusma ve ishal bileşiminden oluşan bir klinik görülür. Ancak rotavirüs ishalinin tanısı konulsa bile, hastalığa yönelik özel bir tedavisi bulunmuyor. Rotavirüs tanısını doğrulamak için birkaç laboratuar yöntemi kullanılabilir. Rotavirüs ishalinin özel tanısının konulması, tedavi yaklaşımını değiştirmez. Özel bir antiviral tedavi yoktur" diye konuştu. 

ANTİBİYOTİĞE YER YOK 

 "Viral ishallerde Antibiyotik fayda etmiyor. Bir başka değişle, rotavirüs tedavisinde antibiyotiğe yer yok" diyen Özel sözlerini şöyle sürdürdü: "Aksine, antibiyotik kullanımı bağırsak florasını bozarak, ishalin uzamasına ve ağırlaşmasına yol açabiliyor. Rotavirüs ishaline karşı tek korunma yöntemi olarak aşı gösteriliyor. Rotavirüs aşısı Türkiye'de rutin aşı takvimine alınmış değil. Aileler kendi isteği doğrultusunda ilgili hekime yaptırabiliyor. Halen piyasada olan aşı 2006 yılından beri ABD ve birçok Avrupa ülkesinde güvenli bir şekilde uygulanıyor. Aşının uygulanmaya başlamasıyla birlikte aşı yapılan grupta hastaneye yatış oranında yüzde 85 oranında azalma kaydedildiğini belirtiyor. Rotavirüs aşısının etkinliğinin yüzde 74 ile yüzde 98 arasında olduğu bilimsel yayınlarlarla ispatlanmış durumda. Rotavirusgastroenteriti çok sayıda ayaktan poliklinik ve hastane yatış oranları nedeniyle ülke ekonomisine ve ailelere büyük yük getiriyor"

 ROTAVİRÜSTEN KORUNMANIN YOLLARI 

 Rotavirüs ishaline karşı korunmada öncelikli yöntem aşı. Bunun yanı sıra temizlik ve hijyene çok dikkat etmek gerekiyor. Zira rotavirüs, ishal bir kişinin dışkısı ile kolaylıkla çevreye yayılabiliyor. Kişinin dokunduğu kapı kolları, Telefon, Asansör düğmesi, oyuncak, bardak gibi çok çeşitli araçlarla çevredeki diğer kişilere kolayca bulaşabiliyor. Rotavirüs kuru yüzeylerde 6 ile 60 Gün arasında Canlı kalabiliyor. Dr. Özel, milyonlarca çocuğu tehdit eden rotavirüsten korunmak için gerekli kuralları şöyle sıralıyor: - Temiz olduğuna inanılan Sular içilmeli - Bebek temizlendiğinde kullanılan suların temiz olmasına dikkat edilmeli - Çocuklarda yalnızca pastörize süt ve şişelenmiş meyve Suyu verilmeli - Taze meyve ve sebzeler yenilmeden önce mutlaka bol su ile yıkanmalı - Et, balık ve deniz ürünleri mutlaka iyi pişirilmeli - Yemekten önce ve sonra, tuvalete çıktıktan sonra ve bebeğin altı değiştirildikten sonra eller mutlaka iyice yıkanmalı.(İHA)
0 yorum

Kanserde Akıllı İlaç Devri


Gediz Üniversitesi'nde akıllı ilaçlar üzerine çalışan TÜBİTAK Bilim Ödülü sahibi Prof. Dr. Mehmet Emin Şengün Özsöz, "Akıllı ilaçlar 5-10 yıl içinde hayatımıza girerek Kanser tedavisinde çığır açacak" dedi. Türkiye'nin sayılı nanoteknolojive biyomedikal laboratuvarlarından birine sahip olan Gediz Üniversitesi'nde akıllı ilaçlar üzerine çalışılıyor. Bu yöndeki araştırmaların başında elektrokimyasal biyosensörler alanında dünya çapında tanınan Gediz Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü ve Biyomedikal Mühendisliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mehmet Emin Şengün Özsöz bulunuyor. Ülkemizin Nobel'i olarak bilinen TÜBİTAK Bilim Ödülü'nün sahibi Özsöz, insanlığın geleceğinin aptamer adı verilen akıllı ilaçlara bağlandığına, bilimin bu alana odaklandığına dikkat çekti.

 "KEMOTERAPİ SAĞLIKLI HÜCRELERİ DE ÖLDÜRÜYOR"

 Akıllı ilaçların özellikle kanser tedavisinde hem başarı oranını artıracağını hem de yan etkileri azaltacağını dile getiren Özsöz, sözlerini şöyle sürdürdü: "Şu an kanser hastalarına uygulanan Kemoterapi ile kanserli hücreler yok edilmeye çalışılıyor. Ancak bu ilaçlar Sağlıklı ve kanserli hücreleri ayırt edemediğinden tüm vücudu etkiliyor, sağlıklı hücreleri de öldürüyor. Hücre kaybı yüzünden saçlar dökülüyor, vücut direnci azalıyor, hasta kendini yorgun ve bitkin hissediyor. Bu da tedavi şansını azaltıyor. Akıllı Moleküller aptamer ile sentezlenen yeni ilaçlar doğrudan kanserli dokuya yönelecek, tümörü bulup sadece bu bölgeye etki edecek.Hedefe kilitlenen akıllı ilaçlar sayesinde kanser tedavisinde önemli bir başarı elde edilmiş olunacak." 

BİYOLOJİ ASRINDAYIZ 

 Akıllı ilaçların 5-10 yıl içinde uygulama aşamasına gelmesinin beklendiğini ifade eden Özsöz, şöyle konuştu: "Biyoloji asrını yaşıyoruz. Özellikle moleküler biyolojide hızlı bir gelişim süreci var, her 10 yılda devrim niteliğinde buluş hayatımıza giriyor çığır açıyor. ABD'li araştırmacı Weihong Tan ve arkadaşlarının ilk ortaya çıkardığı akıllı ilaçlar da bunlardan biri olacak. Gediz Üniversitesi olarak biz de bu alanda yoğun çalışma yürütüyoruz. Ülkemizin, ABD başta olmak üzere dünyanın odaklandığı bu alanın gerisinde kalmaması, biyolojik devrimin bir parçası olabilmesi için özellikle biz biyomedikal mühendislerine büyük görev düşüyor. Bu bilinçle çalışıyoruz, bilgi ve birikimlerimizi genç araştırmacılarımıza da aktarıyoruz."

 TÜBİTAK BİLİM ÖDÜLÜ SAHİBİ Gediz Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü ve Biyomedikal Mühendisliği Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mehmet Emin Şengün Özsöz, elektrokimyasal DNA biyosensörleri üzerine yıllardır çalışıyor. Bulaşıcı ve genetik hastalıkların daha kısa sürede, daha az maliyetle teşhis edilmesini sağlayan yöntemlerin mimarlarından olan Özsöz, kan şekerini ölçen cihazların geliştirilmesinde de görev aldı. Mikro RNA tayininde P19 proteinini kullanarak uluslararası alanda tanınan Özsöz, 2008 yılında TÜBİTAK Bilim Ödülü'yle onurlandırıldı. 68 yaşındaki bilim adamı, araştırmalarını kanser biyobelirteçleri üzerinde sürdürüyor.(İHA)
0 yorum

Bebeklerde İnek Sütüne Dikkat

Uzman Diyetisyen İpek Ağaca, inek sütünün bebeklerde en önemli ve yaygın alerjik besin türü olduğunu ve dikkat edilmesi gerektiğini söyledi. Ağaca yaptığı açıklamada, inek sütü proteinlerinin deride, sindirim ve solunum sisteminde immün kaynaklı hassasiyet reaksiyonlarına neden olabildiğini vurgulayarak, "Bu durum; inek sütü intoleransı (duyarlılık) veya aşırı duyarlılık olarak da isimlendirilmektedir. İnek sütü özellikle çocuklarda en önemli ve en yaygın alerjik besin türüdür, çünkü çocuklarda diyette birincil besindir" dedi. İnek sütü Proteini alerjisinin çoğunlukla bebeklerde ve çocuklarda görüldüğüne dikkat çeken Ağaca, şunları kaydetti: "İnek sütü proteinlerine bağlı alerjik reaksiyonlar yaşamın ilk haftalarında, ortalama 3. ayda başlamakta ve bağırsağın fonksiyonel ve morfolojik yapısının gelişmesi sonucu 2-3 yaşlarında ortadan kalkmakta ve şikayetler gitgide azalmaktadır.

Yeni doğan bebeklerde sıklıkla görülmesine karşın, son dönemlerde yapılan çalışmalar süte karşı duyarlılığın yetişkinlerde de yaygın olduğunu göstermektedir." Ağaca, süt alerjisinin laktoz intoleransı ile karıştırılmaması gerektiğini ifade ederek, "Süte karşı reaksiyon iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Birincisi laktoz intoleransı yani laktaz enziminin eksikliğinden (veya yokluğunda) ileri gelen duyarlılık, ikincisi ise süt proteini intoleransı gibi immünolojik mekanizma tarafından oluşturulan süt duyarlılığıdır.

 Laktoz intoleransı kısaca laktoz intoleransı; laktaz enzimi yetersizliği veya yokluğu nedeniyle laktozun sindirilememesi sonucu karın bölgesinde ağrı, şişkinlik, bulantı ve ishal gibi gastrointestinal semptomların görülmesidir" diye konuştu. Ağaca, çocuğun inek sütüne alerjisi olduğunun ise şöyle anlaşılacağın söyledi: "Sağlıklı olan bir bebekte inek sütü verilmeye başlandıktan sonra ishal ve kusma gözlenirse, bazen dışkısında kan varsa ve çocukta huzursuzluk ve ağlama varsa inek sütü alerjisi akla gelmelidir.


İnek sütü alerjisinde ailesel geçmişin önemli rolü vardır. Çocuğun inek sütüne alerjisi varsa, süt az yağlı, yarım yağlı, süt tozu, süt proteinleri, diğer hayvan sütleri, inek sütüne alerjisi olan bir çocuk çapraz duyarlılık söz konusu olduğu için koyun ve keçi sütlerine de duyarlılığı olabilir. Bu yüzden bu sütleri de tüketmemelidir. Tereyağı, tereyağı aromalı diğer yağlar, margarin peynir çeşitleri, yoğurt, krema, muhallebi, laktalbumin, laktoglobulin, laktoz, laktuloz içeren ürünler, aroma katıcı Maddeler ve süt bazlı mamalardan uzak durulmalı. Çocukta büyüme ve gelişmeyi engellemeden tanının konması çok önemlidir. Çocuğun beslenme programında süt ve süt ürünlerine yer verilmez. Temel besin, Anne Sütü olmalıdır.

Çocuğa soya bazlı mamalar, sebze çorbaları, meyve suları, yumurta ve et verilerek klinik tablonun düzeltilmesi sağlanmalıdır." Ağaca, yapılan birçok çalışmada inek sütü proteinine intolerans gösteren birçok bebekte soyaya, Buğdaya ve yumurta proteinlerine de duyarlılık gelişebildiğini, bu noktaya dikkat edilmesi gerektiğini sözlerine ekledi.(İHA)
0 yorum

Çikolata Kisti Tedavi Edilmezse

kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Opr. Dr. Ahmet Canbaz, üreme çağındaki kadınlarda görülen çikolata kistinin (endometriozisin) tedavi edilmemesi halinde kısırlığa neden olabileceğini söyledi. Medical Park Samsun Hastanesi Kadın Doğum ve Hastalıkları Kliniğinden Opr. Dr. Ahmet Canbaz "endometriozis(çikolata kisti)" hakkında bilgi verdi. Dr. Canbaz, "Endometrium hücrelerinin overe (yumurtalık) yerleşmesi ve oluşan kanamaların yumurtalıkta birikerek oluşturdukları kistlere endometriozis (çikolata kisti) adı verilir. Kistin içinde biriken Sıvının renginin genellikle koyu kahverengi olması ve görüntüsünün de çikolataya benzetilmesi nedeniyle bu ismi almıştır" dedi. Opr. Dr. Ahmet Canbaz, " 'Çikolata kisti' olarak bilinen endometriozisin, özellikle üreme çağındaki kadınlarda yaygın görülen kronik bir hastalıktır. Dünyada yaklaşık 200 milyon kadın ve genç kız bu hastalıkla mücadele etmektedir" ifadelerini kullandı. Hastalığın her kadında aynı şekilde görülmediğini söyleyen Dr. Canbaz, "Kimisinde çok az, kimisinde şiddetli olabilir ve bıraktığı izler veya yarattığı değişiklikler farklı olabilir. Bireylerin cevap varyasyonları ve algılama eşiklerine de bağlı olarak kişiden kişiye farklı düzeyde bulgular göstermektedir.

Yani çok hafif düzeyde hastalığı olan kişide çok şiddetli sorunlar olurken ileri düzey hastalığı olan kişilerde hiç bulgu olmayabiliyor" diye konuştu. Endometriozis tedavi edilmez ise kısırlığa neden olabileceğini söyleyen Dr. Ahmet Canbaz, "Özellikle adet dönemini ağrılı geçiren, kasık ağrısı çeken kadınlarla cinsel ilişki sırasında ağrı yaşayan kadınlarda endometriozisden şüphelenilmelidir. Endometriozis tedavi edilmez ise kısırlığa neden olabilir. Hastalığın tanısı için, semptomları taşıyan kadınlara bu konuda Altın standart olan laparoskopiyle karın içinin gözlemlenmesi ve biyopsi aldırma yöntemleri uygulanabilir. Ayrıca, yumurtalık endometriozisi ultrasonda kolayca tanınabildiği için bir başka yöntem olarak, tanıda ultrason da kullanılabilir" şeklinde konuştu.


 Opr. Dr. Ahmet Canbaz sözlerini şöyle tamamladı: "Tedavi yöntemi hastanın yaşı, doğurganlık beklentisi ve şikayetleri ile paralel olarak her hastaya göre farklılık gösterse de genellikle 4 cm altındaki kistlerde cerrahi yaklaşım tercih edilmemektedir. Kist boyutlarında hızlı artma, gebe kalma güçlüğü ya da ağrı nedeni ile cerrahi, öncelik kazanabilmektedir. İlaçla tedavide doğum kontrol hapları, hormonlu spiral ve progesteron Hormonu içeren ilaçlar kullanılmaktadır. Kadınların jinekolojik muayenelerini yaptırmaları ve doğru tedavi planına doktorları ile birlikte karar vermeleri çok önemlidir."(İHA)
0 yorum

Kolestrolü Dengede Tutmak İçin


Baklagiller ailesinin küçük fakat besleyici değeri güçlü bir üyesi olan kurutulmuş bezelye, iyi bir kolesterol düşürücü lif kaynağı olmasıyla dikkat çekiyor. Taze bezelye bulunmadığında ya da daha nişastalı, daha sert aromalı bir baklagiller çeşidi istediğinde, kurutulmuş bezelye en iyi seçenek olarak öne çıkıyor. Tüm yıl boyunca süpermarketlerde bulunabilen kuru bezelye, fasulye ve mercimekle birlikte aynı bakliyat ailesinden olmakla birlikte, hazırlanma şeklinden ötürü genellikle ayrı bir grup olarak kabul ediliyor. Baklagiller ailesinin küçük fakat besleyici değeri güçlü bir üyesi olan kurutulmuş bezelye, iyi bir kolesterol düşürücü lif kaynağıdır. Kurutulmuş bezelye kolesterolü düşürmesinin yanında, yüksek lif içeriği sayesinde kan şekeri düzeyinin yemekten sonra aniden yükselmesini önlediği için, kan şekeri bozukluklarını yönetmede özellikle yararlı. Bir Su bardağı pişmiş bezelye tanesi, günlük lif değerinin yüzde 65'ini sağlıyor. Kurutulmuş bezelye aynı zamanda B vitamini (folat ve tiyamin), Magnezyum, fosfor ve potasyum gibi Mineraller kaynağı. Kurutulmuş bezelye Protein içeriği açısından da zengin. Bezelye, yağ içermediği gibi kan Şekerini stabilize ederken yakacak enerji sağlıyor. İç Hastalıkları Uzmanı Uzmanı doktor Baha Aydoğ'a göre; Çözünebilir lif, sindirim sistemi ve kalbe yararlı etkilerine ilave olarak, kan şekeri düzeyini stabilize etmeye yardımcı oluyor. Aydoğ, lifli gıdalarla ilgili şu bilgileri verdi: "İnsülin direnciniz, hipoglisemi ya da diyabetiniz varsa, kurutulmuş bezelye ve Mercimek gibi baklagiller istikrarlı, yavaş yanan enerji sağlarken, kan şekeri düzeyini dengelemenize de yardımcı olabilir. Yüksek lifli diyetler ve kan şekeri düzeyine ilişkin çalışmalar, bu yüksek lif içerikli gıdaların sağladığı önemli yararları göstermiştir." Araştırmacılar farklı miktarlarda lif içeriği yüksek gıdalarla beslenen tip 2 diyabetli iki grup insanı karşılaştırdı. Bir grup Günde 24 gram lif içeren standart Amerikan Diyabetik diyetindeyken, diğer grup ise günde 50 gram lif içeren bir diyetteydi. Lif içeriği daha yüksek olan diyetteki kişilerde hem plazma glikozu (kan şekeri) hem de insülin (kan şekerinin hücrelere girmesine yardım eden hormon) düzeyinin daha düşük olduğu görüldü. Yüksek lif grubu toplam kolesterolü neredeyse yüzde 7 oranında, trigliserit düzeylerini yüzde 10,2 ve VLDL'yi (çok düşük yoğunluklu lipoprotein - kolesterolün en tehlikeli biçimi) de yüzde 12,5 oranında düşürdü. Kurutulmuş bezelye, yüksek lif içeriğinin yanında, diğer sağlığa yararlı besin Maddelerini de içeriyor. İyi bir potasyum kaynağı olan bezelye, kan damarı plaklarının büyümesi ve gelişimini azaltabilir ve yüksek tansiyonu düşürmeye de yardımcı olur.(İHA)
0 yorum

Panik Ataklar Şifayı Yanlış Adreste Arıyor


Şifa Üniversitesi Hastanesi Psikiyatristi Yrd. Doç. Dr. Haluk Aksu, panik atak hastalarının 3-4 kardiyoloğa gittikten sonra ancak psikiyatristlere başvurduklarını belirtti. Panik atak hastalığı günümüzde bir çok insanın yaşam kalitesini olumsuz etkiliyor. Panik atak hastalığının belirtileri, ilk etapta yaşamı tehdit eden başka hastalıkları akla getiriyor. Bu durum hastaların korkusunu daha da büyütüyor. Panik atak hastalarının genellikle 3-4 kez kardiyoloğa gittikten sonra kendilerine başvurduğunu belirten Şifa Üniversitesi Hastanesi Psikiyatristi Yrd. Doç. Dr. Haluk Aksu, 30 yaşın altındaki hastaların bile panik atağında öncelikle acil servislere veya kardiyologlara başvurduğunu söyledi. Panik atağın beklenmedik bir anda ortaya çıkan yoğun korku ve kaygı duygusu olarak tanımlandığını belirten Yrd. Doç. Dr. Aksu, "Bu yoğun korku ve kaygıya dayalı 13 tane belirtisi var. Başta çarpıntı, nefes darlığı, terleme olmak üzere aklını kaçırma korkusu, bulantı, karın ağrısı, göğüs bölgesinde sıkışma tarzı ağrı, düşüp bayılacakmış hissi, ölüm korkusu, çevrenin değişiyormuş gibi algılanması vb. belirtiler buna eşlik eder. Bu duyguları yaşayan kişi 'aklımı kaçırır mıyım', 'tuhaf bir şey yapar mıyım' veya 'çocuğuma zarar verir miyim' gibi bir çok farklı korkular yaşamaya başlar. Bu da korkuyu daha da büyütür. doktor 

BİLE İKNA EDEMİYOR 

Kişi göğüs ağrısı eşliğinde sol tarafında da uyuşma hissettiğinde;bu panik atağın belirtilerinden biridir, el ve ayaklarda uyuşma, karıncalanma da hissedilir. Bu durumda hasta 'eyvah kalp krizi geçiriyorum' diyerek hemen kardiyoloğa ya da en yakın hastanenin acil servisine koşturur. İşin en ilginç yanı, panik atak hastaları en son bize, yani psikiyatristlere gelirler. Hatta çoğu bize gelene kadar da 4-5 tane kardiyolog dolaşmış oluyor. Kardiyolog 'bir şeyin yok' dediğinde de kişi tatmin olmuyor. Çünkü insanlar ruhsal rahatsızlıkları çok zor kabullenirler. O yüzden bir sıkıntı olduğunda onun psikolojik değil fiziki bir rahatsızlık olduğunu düşünürler" diye konuştu.

 PSİKİYATRA YÖNLENDİRİN 

Kardiyolog veya acil servis hekimlerinin gerekli tetkikleri yaptıktan sonra çoğunlukla, 'önemli bir şeyin yok, sıkıntıdandır, sen kafana takma geçer' diyerek hastayı tekrar evine gönderdiğini belirten Aksu, "Oysa bu tür hastaların mutlaka psikiyatriste yönlendirmesi gerekiyor. Kişi psikiyatriste gitmediği için de hastalığın belirtilerini tam olarak tanımıyor. Aynı belirtileri yaşadığında tekrar tekrar kardiyoloğa gidebiliyor. Ya da 'ben felç oluyorum' diyerek nöroloğa koşuyor" dedi. TEDAVİSİ MÜMKÜN Panik atağının 15 Dakika, nadiren de bir Saat sürdüğünü belirten Aksu, "Bir kere hastanın mutlaka psikiyatriste gitmesi gerekiyor. Bazen kan şekeri düşüklüğü, bir takım kalp hastalıkları, kullanılan ilaçlar, troid hastalıkları gibi psikolojik temelli olmayan, fiziki rahatsızlıklar da panik atağa neden olabiliyor. Hasta doğrudan bize gelse bile fiziki bir hastalığı olup olmadığını tespit etmek için öncelikle tam teşekküllü bir tıbbi muayeneden geçiriyoruz. Panik atak tanısı konulduktan sonra psikiyatrist ile terapi ve gerekirse ilaç tedavisine başlıyoruz" bilgisini verdi.(İHA)
0 yorum

Beyin Tümörlerinin Erken Teşhisi


Acıbadem Ankara Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Nejat Akalan, beyin tümörünün erken teşhisinin hayat kurtarabileceğini söyledi. Beyin tümörlerinin erkenden teşhis edilebilmesi, çoğu kez hastanın hayatını ve yaşam kalitesini etkiliyor. Bunun için hastanın bedeninde olan değişiklikleri erkenden fark edebilmesi ve vakit kaybetmeden hekime başvurması gerekiyor. Acıbadem Ankara Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Nejat Akalan, son zamanlarda artan beyin tümörleri hakkında bilgi verdi. Kafatası içerisinde yer alan beyin dokusu, sinirler ya da beyin zarlarını oluşturan bir hücre grubunun kontrolsüz ve Anormal bölünmeyle çoğalması sonucu oluşan kitlelerin genelde beyin tümörü olarak adlandırıldığını ifade eden Prof. Dr. Akalan, "Kafatası gibi sert, esnek olmayan bir koruyucu içinde sabit bir hacimde bulunan beyin dokusu, kan ve omurilik sıvısının oluşturduğu kafa içi Basınç dengelerinin büyümekte olan bir yabancı dokunun yol açtığı basınç artışıyla bozulması özellikle sinir sisteminin çalışma düzenini aksatır. Oluşan kitlenin yeri ve büyüklüğünün yol açtığı kafa içi basınç artışı yanında kontrolsüz olarak çoğalan hücre grubunun beyin dokusunu istila etmesi, Elektrik uyarımını aksatması ya da baskı sonucu sinirsel iletimi bozmasıyla belirti ve bulgular ortaya çıkar" diye konuştu.

 TÜMÖRÜN İYİ VEYA KÖTÜ OLMASINI NE BELİRLER?

 Tümörün köken aldığı hücre tipi, tümör hücresinin çoğalma hızı ve yerleşim yerinin beyin tümörlerinin neden olduğu yakınmaları, belirtileri ve tedavi yöntemlerini belirlediğini kaydeden Prof. Dr. Akalan, "Vücudun diğer tümörlerine benzer şekilde beyin tümörleri de kötü huylu-malign ya da iyi huylu-benign olabilir. Bir tümörün iyi ya da kötü huylu olmasını belirleyen özellik, tümör hücresinin köken aldığı normal hücreden ne derecede farklı olduğuyla belirlenir. Tümör hücresi ne kadar ilkel halini andıran bir değişim geçirdiyse o derecede hızlı büyüme, normal dokuyu istila etme ve diğer vücut bölgelerine taşınarak gittikleri organlarda da büyüme özelliği (metastaz) gösterir. Beyin tümörlerinin kötü huylu olarak sınıflanan malign formları da, sinir sistemi dışına çıkarak metastaz yapma dışında tüm bu özellikleri taşırlar. İyi huylu tümörler ise yapı olarak köken aldıkları hücrelerden çoğalma hızı dışında çok farklılık göstermeyen, çevre dokuları istila etmeden sadece baskı yaparak belirti veren, çıkarıldıktan sonra yenilenmesi beklenmeyen tümörlerdir" ifadelerini kullandı.

 BEYİN TÜMÖRLERİNİN OLUŞMA NEDENLERİ NELERDİR? 

 Prof. Dr. Akalan konuşmasına şöyle devam etti: "Beyin tümörlerinin oluşmasına neden olan normal bir hücredeki değişimin mekanizması iyi bilinmekle birlikte bir hücrenin neden hayatın bir döneminde ilkel haline dönerek kontrolsüz bir çoğalma özelliği kazandığı bilinmiyor. Travma, virüs, ailevi yatkınlık gibi etmenleri ortaya çıkarmaya yönelik çalışmalar mevcut. Bazı tümörler belirgin bir biçimde 'embriyonal' ve doğumsal olabilirken, bazıları da yaşamın ileri evrelerinde ortaya çıkar."

 BEYİN TÜMÖRLERİNİN TEDAVİSİ NASIL OLUR? 

 Beyin tümörü tedavisinin tümörün tipi, yeri ve kişide yol açtığı belirti ile bulgulara göre planlandığını belirten Prof. Dr. Akalan, "İyi ya da kötü huylu olsun, genelde tüm tümörler için tedavinin ilk basamağını cerrahi tedavi oluşturur. Tümör kitlesinin ortadan kaldırılması; tümöre bağlı basınç artışı ve bası bulgularının önüne geçilmesine, tümör tipinin belirlenmesiyle hastaya ek bir tedavi gerekmediğinin tespitine yarar. Beyin dokusu; kendisini yenileme yeteneği olmayan, dış etkiler sonucu bozulan fonksiyonun diğer dokulara göre çok zor geri kazanıldığı bir sistemdir. Bu nedenle iyi ya da kötü huylu bir tümörün beyin dokusuna olan etkisinin kaldırılması, ilk başta hastanın hayat kalitesini doğrudan etkiler. Ancak bir tümörün tamamen temizlenmesinin önündeki en büyük engel, uygulanan cerrahi işlemlerin Sağlıklı dokuyu etkileme riskidir. Cerrahi tedavide bir tümörün tamamen çıkarılabilmesi tümör cinsi ve yeriyle yakından ilgilidir; cerrahinin niteliği tümörün tamamen çıkarılmasının getireceği riskle kalıntının hastalık sürecine etkisi karşılaştırılarak yapılır. Özellikle kötü huylu tümörlerde cerrahi olarak tümörün tamamen çıkarılmış olması bile tekrarlamayı önlemez. Bu tip tümörlerde kalıntı olsun olmasın nüksleri geciktirmek için radyoterapi ve Kemoterapi gibi ek yöntemlerin kullanılması gerekir" dedi.(İHA)
1 yorum

Göz Tansiyonuna Dikkat


Göz tansiyonunun (Glokom), özellikle kırklı yaşlardan sonra ortaya çıkan ve sinsice ilerleyerek hiçbir belirti vermeden, ani körlüğe sebep olabilecek bir hastalık olduğu belirtildi. Dünya Göz Hastanesi Medical Koordinatörü Op. Dr. Cüneyt Karaarslan, dünyadaki körlük nedenleri arasında ilk sıralarda yer alan glokomun, genellikle göz içi Basıncının yükselmesi nedeniyle görme sinirinin hasara uğraması ile oluştuğunu söyledi. 

"ERKEN DÖNEMDE BELİRTİ VERMEZ" 

Dr. Cüneyt Karaarslan, göz tansiyonunun yükselen Basınç nedeniyle göz sinirine zarar verdiğini belirterek, "Hasar gören sinir hücreleri sonucu yavaş yavaş görme kaybı ortaya çıkar. Eğer tedavi edilmezse en sonunda görme kaybı yüzde 100'e ulaşır. Görme kaybı çevreden merkeze doğru gerçekleşir. Hastalık genelde erken dönemde belirti vermez ve hastalar tarafından ancak görme kaybı ortaya çıktıktan sonra fark edilir. Genelde 40-45 yaşlarından sonra ortaya çıkar ve ilk belirtisi göz içi basıncının artmasıdır. Eğer görme kaybı başlamışsa geri dönüşü olmaz. Bu nedenle düzenli göz muayenesi erken tanı açısından çok önemlidir. Ayrıca vücut tansiyonunun normal olması göz tansiyonu hastalığının olmadığı anlamına gelmez" şeklinde konuştu. 

"İYİ BİR GÖZ MUAYENESİ ŞART" 

Göz tansiyonunun erken dönemde herhangi bir belirti vermediğini belirten Dr. Cüneyt Karaarslan, "Hastalık yavaş ilerlediğinden ve çevreden merkeze doğru bir kayıp olduğundan belirli bir görme alanındaki kayıp fark edilmez. Erken teşhis ile glokomun ilerlemesi durdurulabilir. Fakat bunun için iyi bir göz muayenesi şarttır. Göz tansiyonunun nadir görülen türünde bulantı, kusma, ağrı, görme bulanıklığı olabilir. Açı kapanması göz tansiyonu dediğimiz bu türü hastaların az bir kısmını oluşturduğu için, diğer göz tansiyonu hastalarında bu tür belirtiler ortaya çıkmayabilir" dedi. 

"HASTALIĞIN ÖNEMİ BİLİNMELİ" 

Glokomun sinsi seyreden ve yavaş ilerleyen bir hastalık olduğunu belirten Dr. Cüneyt Karaarslan, "Bu hastalık, erken dönemde herhangi bir belirti vermediğinden teşhisi zordur. Kronik bir hastalıktır ve tamamen görme kaybına yol açar. Bu yüzden mutlaka hasta, hastalığının önemini bilmelidir. Çünkü birçok kişi herhangi bir sorun olmadığını düşünerek tedaviye devam etmez ve bunun sonucunda da gözünü kaybeder" diye konuştu. 

"KONTROL ALTINDA TUTULMALI" 

"Nasıl ki yüksek tansiyonun tedavisi yok ve tansiyon sürekli kontrol altında tutulmak zorunda ise göz tansiyonunun tedavisi de bu şekildedir" diyen Karaarslan konuşmasına söyle devam etti: "Bu hastalığı tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Göz tansiyonu olan kişilerde uygulanan tedavi şekillerinden birisi göz damlalarının kullanılmasıdır. Göz damlası kullanıldıktan sonra göz bir süre kapalı tutularak ilacın etkisi arttırılır. Mutlaka doktorun önerdiği dozda ve şekilde kullanılmalıdır. Gözde eğer batma ya da yanma meydana geliyorsa korkulacak bir durum yoktur. Bu kısa süreli bir durumdur. Eğer göz damlaları göz tansiyonu için yeterli değilse hap şeklinde ilaçlar kullanılır. Bu ilaçların oluşturduğu yan etkiler mutlaka doktora bildirilmelidir. Eğer ilaçlar da yeterli bir tedavi sağlayamıyorsa cerrahi tedavi uygulanır."(İHA)
0 yorum

Sosyal Fobi En Sık Görülen Ruhsal Hastalıklardan Biri


Medical Park Trabzon Hastanesinde görev yapan Psikolog Niltem Hürfikir, sosyal fobinin toplum içinde konuşurken ya da herhangi bir eylem yaparken yüzün kızarma, ellerin titremesi, terleme ve kendini küçük düşürecek yanlış bir şey yapma korkusu olarak tanımlandığını söyledi. Hürfikir, sosyal anksiyete bozukluğunda kişi sosyal ortamlarda başkalarının kendisine baktığı, kendisini incelediğini, insanların kendisini eleştirebileceği ve yargılayabileceği düşüncesiyle aşırı ölçüde kaygı duyduğunu belirterek, "Kişi ise böyle ortamlarda bulunmaktan kaçar. Kaçamadığı durumlarda ise konuşmalara katılmayıp, ilginin çok az olduğu yada hiç olmadığı yerleri tercih eder. Sosyal fobi, toplum içinde konuşurken ya da herhangi bir eylem yaparken yüzün kızarma, ellerin titremesi, terleme ve kendini küçük düşürecek yanlış bir şey yapma korkusu olarak tanımlanır. Sık görülen sosyal fobiler arasında ise topluluk içine girmek ve konuşmak, yemek, içmek, dikkatin odağı olmak ya da halka açık tuvaletleri kullanmak sayılabilir" dedi.


         Sosyal fobinin en sık görülen ruhsal hastalıklardan biri olduğunu kaydeden Hürfikir, "Bilinen tek bir sebebi yoktur. Araştırmacılar biyolojik, psikolojik ve çevresel faktörlerin bu fobinin gelişiminde rol oynadığını ileri sürmektedir. Ayrıca sosyal fobi, panik, obsesif-kompülsif bozukluk ve Depresyon gibi diğer zihinsel rahatsızlıklarla bağlantılı olabilir. Sosyal fobinin yaşam boyu görülme oranı yüzde 2-13 arasındadır. En sık görülen ruhsal hastalıklardan biridir. kadınlarda erkeklere oranla daha fazla görülmektedir. Sosyal fobi alt tipine göre değişmekle birlikte erken ve geç ergenlik dönemi arasında başlar. Yaygın tipin daha erken yaşta başladığına dair bilgiler vardır" ifadelerini kullandı. Çocukluk çağından itibaren aşırı çekingen olan kişilerde, gelecekte sosyal fobi görülme riskinin daha fazla olduğunu ifade eden Hürfikir, " Maddi durumu ve sosyal konumu, yetersiz, işsiz ve eğitim düzeyi yüksek olmayanlarda, hiç evlenmemiş kişilerde sık görülmekle birlikte, hastalığın erken dönemlerinde toplum içine yeterince çıkmama da risk etmenleri arasındadır. Kalıtımdan daha çok, çocuk yetiştirme tarzı, ailenin başkalarıyla yeterince görüşmemesi ve ebeveyn modeli önemlidir. Sosyal fobide ilaç tedavisi ve psikoterapi uygulanır. 


    Hastanın durumuna göre bazen tek başına psikoterapi, bazen ilaç tedavisi uygulansa da genelde her ikisinin beraber uygulanmasında başarı daha yüksektir. Tedavi edilmeyen sosyal fobi; kişinin okul, iş, sosyal aktiviteler ve ilişkiler de dahil olmak üzere günlük rutinini bozabilmektedir" diye konuştu.(İHA)
0 yorum

Tekirdağ İsitme Merkezi



Adres: Hükümet Cad. Yavuz Mah. Peştemalcı Cad. Yenice Karahalil İş Hanı No:22/19, 59000 Tekirdağ

Telefon:0533 746 6863

0 yorum

Tekirdağ Devlet Hastanesi


Adres: Eskicami-ortacami Mh., 59030 Tekirdağ

Telefon:(0282) 262 5355

0 yorum
 
Support : Copyright © 2011. saglik8.blogspot.com - All Rights Reserved
Kafes kuşu | Radyomevlana | Yiğit CAMCI